1 Ekim 2012 Pazartesi

Nedensellik



Goya’nın bu eseri defalarca yorumlanmıştır eminim. Ama söyleyeceklerim yazımın başlığıyla ilinti kurmamı gerektirdiğinden tekrara düşme ihtimalim zayıf. 
Goya bu resmiyle insanlara dehşeti yeniden yaşatıyor. Ölenler ve idam için sıraya dizilenler İspanyol direnişçiler; sırf bu yüzden resmin "milliyetçi" bir intikam beklentisi var. Ama Goya bize savaşın evrensel korkunçluğunu da göstermiş: savaşın görünen yüzünü derinleştirip bizi olabildiğince ürküntüye sokmak istediği belli. Peki nasıl yapmış bunu?

Resminde yarattığı beş ayrı kontrast sayesinde... 
Kontrastlar direnişçi esirlerle Fransız askerler arasında değil; beyaz gömlekli adamla diğer herkes arasında kurulmuş. Goya kontrastlar sayesinde  beyaz gömlekli adamı adeta resminin ana karakteri yapmış.

Birinci kontrast resimdeki herkesin başı önüne eğikken (nişan alan Fransız askerleri de dahil) beyaz gömlekli adamın kollarını yanlara açıp dik durmasıyla elde edilmiş. Buna durum kontrastı diyelim. Bir fotoğrafta, bir resimde ya da bir görüntüde durum kontrastını benzeş diğerlerinin arasında farklı bir tavır sergilenmesi belirler. Mesela üst bir bürokrat maiyetindeki memurlarla arasındaki durum kontrastı sayesinde dışarıdan bakan birisinin algısını hiç zahmete sokmaz.
İkinci kontrastı resimde her yer ve herkes gölgeliyken beyaz gömlekli adamın ışık içinde oluşu sağlamış.
Üçüncü kontrast beyaz gömlekli adamın kendi bedeninde: bir taraftan kollarını yanlara açarak askerlere ‘vurun hadi!’ der gibi diklenmişken, diğer taraftan belermiş gözleriyle ölümün dehşetini yaşıyor (bedenin bu ikilemi resmi izleyene de sirayet etmiyor mu?).
Ama asıl kontrast dördüncü ve beşincide: Herkes yaşadığı dehşet karşısında bir şekilde, elleriyle yüzlerini kapatmış ve başlarını önlerine eğmiş halde kendini körleştirmişken, bakmıyorken,  bir tek beyaz gömlekli adam bakıyor. Bu yüzden resme bakan gözlerimiz ana karakter olarak gidip onu buluyor. Bizi ressamın ışık gölge oyunu yönlendirmiyor, beyaz gömlekli adamın bakışları çağırıyor. Öyle ki bu bakışlar karşısında vicdana gelmiş askerler yok… Askerler kararlı; ama kararlılıklarını yüzlerinden okumuyoruz, çünkü yüzleri yok. Bedenlerinin ‘Nişan al, ateş!’ komutuna uygun duruşunu hiçbir yakarış bozmayacak, resmin solundaki cesetler bunun kanıtı. Ama askerlerin bu kararlılığında öfke ve nefret de yok. Esir siviller ölüm için sırasını beklerken (insan kuyruğu gerideki uzak binaya kadar uzanıyor) askerler sadece öldürüyor. Beyaz gömlekli adamın çaresizliğiyle askerlerin katliamı arasında duygusal bir ilgi yok! Tarihsel olarak varsa bile Goya bilerek bize bunu göstermiyor. Beşinci kontrast da burada…

Beyaz gömlekli adamın en arkasındaki adamla solunda sıranın en önündeki adam, elleriyle yüzlerini kapamışlar... Burada duralım ve Nagisa Oshima’nın ‘Merry Christmas, Mr Lawrance’ filmindeki bir sahneye gidelim; filmde asker rolünde bir oyuncu “Kurşuna dizilenlerin gözlerinin bağlanmasının nedeni nedir?” diye sormuştur. Hadi bakalım bağlantı kur çık işin içinden…

Belli ki 1800’lerin başlarında idam edilenlerin gözleri bağlanmıyordu. En azından Goya’nın bize gösterdiği bu. Ama 2. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında nizamnameye uygun idamlarda mahkûmların gözleri bağlanıyor. Neden?..

'Her şeyin nedeni vardır.' denilen meşhur maximden müstesna bir durum keşfetmek istediğimden değil; bizzat nedenin alışılagelmiş davranışların kararlılığı olarak görülemeyişi yüzünden soruyu başa döndürmek istiyorum: ‘Neden nedir?..’ Soruyu kavramın kendisine çevirmek…

Hangi neden? İlk neden mi? Yani kurşuna dizmenin ilk defa gözler bağlanarak gerçekleştiği o tarihi başlangıç anının nedeni mi? Bu uygulamanın yaygınlaşmasının nedeni mi? Yoksa hâlâ sürdürülmesinin nedeni mi?

Nedensellikteki olayın olgu haline gelmesinden sonra geriye dönük olarak, ‘niçin oldu?’ veya ‘niçin oluyor?’ biçimindeki hazır soru bizi tekrarın ayinine ulaştırır. Biz nedensellik sayesinde olayla uzlaşırız.

Olmuş bitmiş bir olayı anlamak için 'neden' sorusunun aşırı bir fazlalığı vardır. 'Neden' sorusuyla olmuş bitmiş bir olaya müdahale edemeyeceğimizi bildiğimiz halde bu soru neden geçmişe ait bir soru olarak anlaşılır? Sanki kronolojik olarak 'neden' olayın selefidir. Öyle midir gerçekten? Neden sorusu bizi olayın oluş gerekçesine götürür. Ama olay zaten elimizin altında olduğu için sorudan beklentimiz bir doğrulama olmayacaktır. Maalesef  ‘neden’ sorusu asalak biçimde bu hizmeti görür.

Yukarıdaki soruya dönelim. Şu ya da bu kişinin değil de kurşuna dizilerek idam edilecek insanın antropolojik olarak gözlerinin bağlanmasının nedeni nedir biçimindeki soru bizi olgusal kararlılığa yaklaştırmaz mı? Bu kararlılıkta "iş"leri kolaylaştıran bir şey olmalı. Tekrar, hayatımızı kolaylaştıran ritmin adı değildir sadece, biz canlılar bedensel huzur için tekrara eğilimliyizdir ve tekrar hazda periyoda teşneyken acıda ikame yoluyla unutmayı sağlar. Acıda unutma hiç şüphesiz, nedenin unutulmasıdır. Ve bu durumdaki ilâve 'neden' sorusu yıkıcıdır.

Yıllar önce öğretmenlik yaptığım köy okulunun lojmanında, bir kış günü avarelikle camdan bir serçeyi izliyordum. Yolun kıyısına ekmek kırıntıları koymuştum.. serçe gagasıyla bir parça alıyor, hemen biraz kenara sıçrıyor, kafasını o yana bu yana çevirerek sağı solu kolluyordu, sonra tekrar kırıntıların yanına geliyor, bir parça daha alıyordu. Aynı hareketi tekrar tekrar yapıyordu. İlk anda 'ürküyor' dedim. Ama serçenin kırıntı yeme ürkekliği çoktan benim serçeyi izleme seremonime dönüşmüştü. Bunu sağlayan şey ürkeklik olamazdı. Bu ritimdi. Karşılıklı ritim: Onun yemlenme ritmi, benim seyretme ritmim. Korku ritmi bozacak olan tehditti, ritmi sağlayan değil. Ve dolayısıyla ürkekliğin ritmi unutmada mündemiç olduğu için farkında olunmayan bir şeydi.

Farzedelim ki,  idam mangasındaki bir asker, kendisi gibi ateş edecek yanındaki diğer askere sordu:

"Neden bağlıyoruz gözlerini?"
"Gözlerini onun için değil, kendimiz için bağlıyoruz.. ateş ederken onunla göz göze gelmemek için."

İşte bu cevap yıkıcıdır. Bizi olgunun kararlılığıyla tanıştırır. İşte nedenselliğin 12'den vuracağı yer burasıdır.

Ben bu yazıyı  ‘neden’ yazdım?..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder