ANTROPOLOJİK OLARAK GÜZEL KADIN
Bir yaz akşamı plajdan arkadaşlar sahildeki
kafede oturmuş çay içip laflıyorduk, birbirimize hayatımızın bir yerinde
rastladığımız, tanışmadığımız ama bir şekilde etkilendiğimiz çok güzel
kadınları anlatıyorduk. İçimizde en yaşlımız Osman Amca’ydı. Gırgır, şamata
içinde konuşurken sözü o aldı ve herkes sus pus oldu:
"O zamanlar otuz yaşındaydım, yolum Nişantaşı’na düştü, niyesini bilmiyorum, bir sokağa girdim, karşıma birden çok güzel bir kadın çıktı. Kadın o kadar güzeldi ki durdum bakakaldım, hayatımda hiç o kadar güzel bir kadın görmemiştim, yanımdan bir peri gibi geçti gitti, bir süre peşinden baktım, baktım… Sonra önüme döndüm, ne yapacaktım yoluma devam ettim... Aklım hâlâ deminki güzeldeyken bir ara kafamı kaldırdım, başka bir güzel kadın sokağın öbür ucundan gelmiyor mu?.. Ama ne kadar güzel!.. Ne diyeyim size, deminki kadından bile güzeldi!.." Osman Amca duraksadı akşam karanlığında ufku daralmış denize doğru baktı.
"Sonra noldu Osman Amca?"
"Hiç.. hiç.. yürüdüm gittim…"
“Kadınların yüzlerini hatırlıyor musun Osman Amca?”
“Nerden hatırlayacağım, hatırlamıyorum tabi…”
Osman Amca kadınların yüzlerini hatırlamıyordu ama güzelliklerini hatırlıyordu. Bu hatırlamanın bedeli o güzel kadınların da artık birer yaşlı olduğunu unutmaktı. Osman Amca bu öyküyü anlattıktan bir yıl sonra seksen küsür yaşındayken öldü. O kadınların da öldüklerini farz edebiliriz. Rahat uyusunlar, Osman Amca onların emanetini ölene kadar kafasında taşıdı…
Osman Amca’yı bu öyküyü anlatmaya iten neydi?
Güzel kadının fiziksel çekiciliği ile ondan söz etmenin çekiciliği aynı şey mi?..
Güzelden söz etmenin çekiciliği ne?..
Çehov ‘Güzeller’(1) öyküsüne “Hiç unutmam;
sekizinci sınıfta mıydım, yoksa dokuzunda mı, öyle bir şey işte” diye başlar.
Cümledeki çelişki, yani anlatıcının öyküsünün doğruluğu hakkında hem ‘Hiç
unutmam’ diyerek bize baştan garanti vermesi, hem de kendi yaşını
hatırlamaması, çehovvari denilen üslubun kendisidir: hatırlanan şey, öznenin
muğlak, puslu bir takım görüntüler arasında berrak biçimde gördükleridir. Ama
buraya takılmayalım, hafızanın bu nazı yazarın berrak anısına hazırlıktır.
Anlatıcı, henüz yeniyetmeyken bir köyde gördüğü
güzel bir kızı anlatır. Olay fi tarihinde gördüğü bir kızdır; sadece görmüştür,
aralarında hiçbir şey geçmemiştir, bir konuşma bile; üstelik öykü bu
kadarcıktır. Tuhaf bir öyküdür bu. Yıllar önce görülen ve ondan sonra bir daha
görülmeyen güzel bir kızın hikmeti ne ola ki?
Anlatıcı ve dedesi sıcak bir ağustos günü uzun ve
yorucu geçen yolculukları sırasında Don bölgesinde bir köyde atları doyurmak
için mola verirler, dedesinin tanıdığı bir Ermeni evine misafir olurlar. Çay
ikramı sırasında içeri evin on altı yaşlarında Maşa adındaki kızı girer: Çok
güzel bir kız!
“…Bunu daha o anda insanın şimşeği görmesi
gibi algılamıştım.”
Yıllar sonra bile anlatıcının hafızasını bu kadar
canlı tutan nedir? Güzelin tecessümü mü, Güzel kavramının kendisi mi?
İnsan hayatı boyunca birçok güzel görür. Kabul
edelim ki birkaç tanesi asla unutulmaz, ama yine de aşk değildir bu. Güzel
kavramı o kızda varlığa kavuşmuştur, ya da Güzel kavramı o varlığın onayından
geçmiştir… Anlatıcı öyküsünü yaşadığı bu olaydan çok sonraları anlatmıştır, ve
doğaldır ki Güzel diye betimlediği kız öyküde on altı yaşındayken eğer
yaşıyorsa “şimdiki” anlatıcıyla aynı yaştadır. Ama aklımızın uyanık tarafı bunu
kaale almaz. Anlatıcı bize çok güzel bir kızı anlatıyor ve biz de okuyucu
olarak imgelemimizde bu çok güzel kız betimlemesine eşlik ediyoruz. Nasıl
oluyor bu? Anlatıcının gördüğü ama bizim hiç görmediğimiz bir kız, bizim için
de çok güzel bir kız haline nasıl gelebiliyor? Bu bir inanç sorunu mu, bir
güven sorunu mu? Anlatıcının anlattıklarıyla ilgili bizden beklediği bir şey
olsa gerek…
Bir anlatıcının Güzeli yazılı veya sözlü
betimlemesi hangi ayrıntılara dalarsa dalsın yine de kavramın etrafında
dönecektir. Tamam, bedenin her fiziksel tanıtımı bizde somut bir takım
görüntüler uyandıracaktır; saçlarının sarı oluşu, elmacık kemiklerinin
çıkıklığı vb hayalimizde bir Güzeli biçimlendirmemize yardımcı olur, ama bütün
bu ayrıntılar nihayetinde Güzel kavramının kanıtı olarak sunulacaktır.
Anlatıcının Güzelin güzelliğinden etkilenmesi betimleme çabasının kendisidir
de. Bizden kendisine inanmamızı talep eder.
Sadece inanmamızı mı?
Anlatıcı kendisi için özel (mahrem) olan bir kızı
bizim de güzel bulmamızı ısrarla niye ister ki?.. Hani görücü usulü
kendisine anlatılan bir kızın güzelliğine ikna edilecek bir damat adayı da
değiliz.
Neyse, bu sorunun peşine biraz sonra düşelim.
Çehov’un betimlemelerine kulak verelim ve becerebilirsek gözümüzde
canlandıralım:
“Yaşamım süresince gördüğüm ya da düşlerime giren
yüzlerin en güzeli tüm büyüleyici çizgileriyle karşımdaydı.”(2)
Burada anlatıcının Güzelden etkilenmesiyle
Güzelin betimi iç içe. Gözümüzde bir şey canlandı mı?.. Belki kendi
deneyimimizdeki bir demet güzelin içinden ortalama bir imaj çağrışıyor
kendiliğinden. Ama o Güzelin anlatıcının dediği gibi ‘en güzel’ olduğundan
kuşkuya kapılmıyoruz. ‘En güzel…’ Diğerlerinden daha güzel. Yani anlatıcı sizin
sözünü ettiklerinizden daha değerli bir şeyden söz ediyorum diyor. Ama dikkat
edin sözün burada gizlenmiş bir işleyişi yok mu? Güzel derken
göndermeyi dolaylı olarak Güzelin kendisine değil, Güzelin bilgisine sahip olan
kendisine yapmıyor mu? Kendi etkilenmiş halinin tanığı yapmak istiyor bizi. Ama
yine de görgü tanığı olmayı beceremiyoruz. Yazının tanığıyız. Yazarın da başka
bir beklentisi yok. Yazının gücüne güveniyor. Betimlemenin aşkın gücü somut
görüntünün değişkenliğine sığmıyor; sözcükten taşıyor ve kavramın etrafında
tanıkları çoğaltıyor. Binlerce yıldır anlatılagelen masalların gücü de buradan
gelmiyor mu? ‘Kralın güzel mi güzel bir kızı varmış…’ Kimmiş bu güzel
kız, neye benziyormuş?.. Hiç önemi yok, güzelin tecessümü çağdan çağa, ülkeden
ülkeye değişebilir ama kavram değişmiyor işte: ‘Güzel…’
Güzel kavramı bizi kavramın etrafında topluyor,
bizi güzelden anlayan bir kamuoyu haline getiriyor, bizi mutabık kılıyor.
Aslında henüz söylemek için erken ama kavram sayesinde “biz” haline geliyoruz.
Herhangi birini (nesneyi) güzel bulmamızla değil, güzel kavramına olan
ihtiyacımızla ya da marka haline gelmiş güzelin herhangi biri olmaktan
çıkmasıyla… Oysa somut görüntü bizi bölerdi. Roland Barthes bir yazısında Greta
Garbo’nun yüzünü anlatır. Garbo herhangi biri değildir, bir masal perisi
de değildir, fotoğrafın hüküm sürdüğü bir çağın güzelidir. Barthes bize
Garbo’nun yüzünü ne kadar anlatırsa anlatsın fotoğraf elimizin altındadır.
Nitekim Barthes’ın ilgili yazısını okuduktan sonra Garbo’nun fotoğrafına
bakarak betimlemenin izlerini takip edebiliriz, tıpkı çizdiği “pipo”
resminin altına ‘Bu Bir Pipo Değildir’ yazan Magritte’ın dediği gibi Barthes’ın
yazısı da Garbo betimi değildir maalesef.
“Dil gibi Garbo’nun tekliği kavramsal
türdendir…”(3)
Öyle mi gerçekten? Fotoğraf olmasa inanacağız.
Bakıyoruz Garbo’nun yüzüne; kitlenmiş, keskin hatlı dudaklar, inceltilmiş yay
gibi kaşlar gözleri sarmıyor, vurgulanan gözler değil, kaşın bağımsızlığı daha
çok, kendini beğenmiş uzak bir ciddiyet… O zamanlar güzel böyleymiş demek ki;
anlaşılır bir şey, uzaklık kadının gücünü değil iffetini de emniyete almış.
Ama fotoğrafın güzel kavramına katkısıyla
sinemanınkini birbirinden ayırmak gerekir. Ne de olsa Garbo bir sinema
yıldızıdır. Ve sinema, yıldızını bir kavram olarak yaratır. Garbo tipi yıldızlar
film içinde bir karakter değildir sadece, Güzelin karakteridir. Guiseppe
Tornatore’nin Malena filminde oynayan Monica Bellucci sadece kendisi olarak
güzel değildir, bir atmosfer yaratıcısı olan Tornatore’nin Güzel kavramıdır:
‘Kasabanın en güzel kadını’dır. Filmdeki güzel kadının, “güzel” sıfatı bütün
seyirci için güzeldir; bu yüzden sıfat nesnesinden eksilir, isim olur. Birinin
değil herkesin ortak duyumu olduğu, bunu talep ettiği için Güzel.
Güzel bir kadına yönelmek (bakakalmak),
erkeklerin kendilerinden çıkıp orada olan için mutabakata varmalarıdır;
güzel kadın karşısında birden seyreden konumuna düşmek (bir statü düşmesi
olarak anlaşılmamalı), seyredenlerin görme duyumuyla birleşen (aynı Güzele
bakmalarıyla oluşan) ortak halleri onları gruplaştırır da. Güzeli görme ile
Güzeli kavrama aynı hızda gerçekleşir. Güzel… göz erimi içinde geçerken ve o
kaybolduktan sonra geride kalan; kavramın etrafındaki çitle güvenceye alınan
dokunulmaz mesafeye riayet eden mutabakatın nesnesi…
Hadi Heidegger’den bir alıntıyla sözümüzü hem
destekleyelim, hem de daha karmaşık bir hale getirelim:
“İşitme ve görme uzaklık-duyularıdır ve bu
ise erimlerinden ötürü değil, ama uzak(sız)laştırıcı olarak oradaki- Varlık
başlıca onlarda kaldığı için böyledir.”(4)
Ama sözümüzün karmaşa ihtimalini def etmek için
Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu filmindeki bir sahne ilaç gibidir.
Bir türlü maktulü gömdüğü yeri göstermeyen
katilin peşi sıra ağaç diplerini aramaktan bitap düşmüş savcı, doktor, polis vb
ekibin gece yarısı, yakın bir köyde muhtarın evine misafir oldukları sahne…
Yemek yerlerken elektrik kesilir ve karanlıkta muhtar lamba getirmesi için kızı
Cemile’ye seslenir. Yer sofrasından kalkılır, herkes bir köşeye çekilir.
Sahanlıktan önce açılıp kapanan bir kapı sesiyle, titreşerek birbirine vuran
bardakların sesi duyulur ve ardından sarı bir ışık belirir. Taşıdığı tepsinin
ortasında bir gaz lambası; başında yazmasıyla Cemile’nin yüzü ışık içindedir.
Sanki birkaç basamak yukarıda durur. Kamera güzelliğin gaz lambasıyla
desteklenen ışıltısını tek tek erkek yüzlerindeki etki olarak saptar. Cemile,
ilk önce pencere kenarındaki doktora sunar çayı. Doktor hayranlık içindedir,
tepsiden çayı kendi alır. Cemile uyuklayan savcının yanına gider, savcı
gözlerini açar ve uzun uzun kıza bakar, şaşkındır; nihayet toparlanıp, hafifçe
doğrulur, çayını alır ve “sağol” der. Kız katilin suç ortağının yanına gider;
tombul, kısa boylu, kola bağımlısı bir adam… çaya yönelecekken kız ona kolasını
uzatır. Adamın hayatında görüp görebileceği olağanüstü bir jesttir bu. Kız
sonra katilin yanına gider. Katil kıza bakarken tuhaflaşır; şaşkın, hayran,
büyülenmiş, ezik, pişman… Kendisine çay sunan güzellik karşısında iç çekerek
ağlamaya başlar, epey bir ağlar. Güzelin ahlâki etkisi… Sonra kızın başka
birine çay verdiği sırada halüsinasyon görür: Öldürdüğü kurbanı karşısındadır,
ona “Sen ölmedin mi?” der… Çaylar içildikten sonra dışarı çıkan savcı ve doktor
karanlıkta konuşurlar: “Yani böyle bir muhtardan melek gibi güzel bir kız der”
der doktor. “Hayret” diye ilave eder savcı, güler, “Ama yazık. Allahın unuttuğu
bu ücra köyde yok olup gidecek işte.” Doktor onaylar biçimde kafasını sallarken
savcı devam eder: “Güzellerin kaderi de kötü oluyor be doktor…”
Adamlar köyde geçicidir, güzelliği terk eden,
geride bırakan taraftadırlar ama talihsizliği ‘güzel’ Cemile’ye yüklerler.
Herkes Güzelin karşısında kendi münferit talihsizliğini duyar, ama herkes
bu talihsizliği geri bildirimle Güzele yükler, erkek mutabakatı sağlanır.
Cemile’nin adı Güzel olmuştur. Nuri Bilge Ceylan,
bu güzelliği elektriklerin kesilmesi, kızın yüzünü lokalize eden gaz lambasının
ışığı, misafirlerin yorgun halleri, gecenin geç bir vakti, ücra bir köy, kaba
saba bir muhtar, katil vb ile bir atmosfer içinde yaratmıştır; bütün bu atmosfer
Güzel kavramı için seferber olmuştur.
Ama Güzelin yeri Allahın unuttuğu bu ücra köy
değilse neresidir? Güzelin kendine has bir mekânı mı vardır? Herhalde kentin
mutena semtinde, lüks yaşamın, zadegân çevrenin ve hayran bakışların olduğu bir
yerdir. Bilinç gerçekte spontane olan bu yakıştırmayı güzelle kurduğu ahlaki
ilişkiden almıyor. Bu ilişki Güzel Kadının telkin ettiği hayranlık ve
imrendirme gücünden ileri geliyor. Kadın güzelliği sosyal bir statüdür çünkü.
Bir kadının güzelliğinden söz etmenin kentsel tınısına dikkat edelim. Gören
biri görmeyen birine Güzeli betimleyerek aktarır, yani en basitinden ortada bir
iletişim vardır. Güzel yabancıdır. Ya da güzel sıfatı onu diğerleri arasında
yabancı kılmıştır. Tanışık bir ortamda, insanlığın ilk çağlarında, yerleşim
yerlerinin nispeten küçük olduğu zamanlarda, güzellik sözü edilen değil salt
görülen bir şey olsa gerek. Ama kent yaşamı ve kent içindeki sınıfsal
ayrışmayla ‘Güzel’ bir tanımlama ifadesinden çok ifadenin aktarıldığı
diğerlerinin ‘rızasını talep eden’(Kant) bir iletişime dönüşür. “Beğeni
yargısı nesnesini hoşlanma (Güzelliğinden) açısından sanki nesnelmiş gibi herkesin onayı üzerine
bir istem ile belirler.” (5) Kant’a göre güzel kavramı tüm güzel şeyleri
kapsayan ortak bir şemsiye görevi görür. Oysa bir şey güzeldir. Kendi başına
güzel yoktur. Güzel töz değil ilinektir. Ama insanın güzel olana yönelmesi,
sanki kendi içindeki tözü ele verir gibidir.
Bir Zamanlar Anadolu’nun senaristleri Çehov’un
Güzeller öyküsünü okuyup bundan esinlendiler mi bilemem, bunun bir önemi de
yok. Böylesi benzerlikler için sanat eserlerinin metinlerarası denilen
geçirgenliğini aklımızda tutarak şimdi de Çehov’a kulak verelim:
“Başörtülü bir köylü kadın, üzerinde çay takımı
bulunan bir tepsiyle içeri girdi; sonra geriye dönüp semaveri getirdi. Yaşlı
Ermeni ağır ağır sofaya yürüdü, oradan seslendi:
“Maşya! Hadi gel de çayları koy! Neredesin,
Maşya?
“Patır patır ayak sesleri duyuldu, on altı
yaşlarında bir kız girdi odaya. Genç kızın üstünde sade bir basma entari, başında
beyaz bir yazma vardı. Çay fincanlarını çalkalayıp içlerine çay koyarken sırtı
bize dönüktü. Yalnızca ince beli, pantolon paçalarının yarı yarıya örttüğü
minik çıplak topukları çekti dikkatimi.
“Ev sahibi beni de çaya çağırdı. Sofraya
otururken bana bardağı uzatan kıza baktım, bakar bakmaz sanki ruhumda bir
fırtına kopmuş, bu fırtına günün bütün sıkıntılarını, tozu toprağıyla bütün
kötü izlenimlerini süpürüp atmış gibi bir duyguya kapıldım. Yaşamım süresince
gördüğüm ya da düşlerime giren yüzlerin en güzeli tüm büyüleyici çizgileriyle
karşımdaydı. Gözümün önünde gerçek bir dilber duruyordu, bunu daha o anda,
insanın şimşeği görmesi gibi algılamıştım…” (6)
Nuri Bilge Ceylan bize Güzeli kamerasıyla
gösterir, Çehov ise kalemiyle. İkisi de aynı şeyi yapar, bize Güzeli
gösterirlerken güzelin cismi üzerinde odaklanmadan, asıl Güzelin izleyenler
üzerinde bıraktığı gizemli etkiye dikkatimizi çekerek kavramı sağlama alırlar.
Kavramın kalıcı etkisi güzelin cismini aşar, hem ondan uzaktadır hem de onu
taşır. Güzel kavramı güzeli ölümsüzleştirir. Aslında Güzel kafada taşınabildiği
için çok uzakta da olsa emniyet altındadır. Çünkü Güzel artık ortak bir
konudur. Cemile’nin güzelliğini savcı ve doktor konuşurlar, Maşya’nın
güzelliğini anlatıcı, dedesi ve arabacı:
“Onu güzel bulan yalnız ben değildim. Seksen
yaşlarında, katı, kadın ve doğa güzelliklerine karşı kayıtsız bir adam olan
dedem bile Maşa’yı bir dakika kadar sevecenlikle süzdükten sonra;
“’Kızınız mı Avet Nazarıç?’ diye sordu.
“’Evet, kızım.’
“’Çok güzel doğrusu…’”(7)
“(…) Aradan iki ya da üç saat kadar geçip de
uzaktan Rostov ile Nahiçevan gözüktüğü zaman sürekli susmakta olan sürücümüz
Karpo başını geriye çevirip dedi ki:
“Şu Ermeni’nin kızı da çok güzeldi, doğrusu.
“Kamçısını atın sırtında şaklattı.” (8)
Hadi bakalım bir genç kıza gıyabında ‘Güzel’
demek bir edimsöz müdür, bir betimleme midir? Yaşlı bir adamın bir genç kıza
‘Güzel’ demesi için haddinden fazla temkinli olması gerekirdi. Ama buna hiç
gerek yoktur, çünkü Güzelin kavramsallaşması zaten temkinli olmayı sağlıyor,
söz nesnesinden uzaklaştıkça masumlaşıyor; yaşlı bir adam nezdinde bile Güzel
imgesinin yılların ardından değişmemesi ilginç değil mi? ‘Güzel’ yargısı hem
özneldir, hem de yargının doğru olduğunun kanıtını genelin beğenisinde görmek istediği
için alenidir; anonim tavır bu aleniliğin içinde gizlidir. Kızın ‘Güzel’
olduğunun ifşası, bunun genel kabul göreceği varsayımından hareket eder; bir
beklenti olarak değil, aslında bir katılım olarak… Dolayısıyla bu ifşaat
kendisini genelin beğenisinde masumlaştırmış olur. Ama ‘Güzel’ sözünün ilk
sarfedilişindeki şiddeti görmezden gelemeyiz. Bu durum kavramın
dillendirilişindeki edimsöz (güzel = ondan hoşlanıyorum) ile betimleme (güzel =
benimle hemfikir misin? Veya sizinle hemfikirim) karakteri arasındaki
kararsızlıktan ileri gelir.
“Bu güzelliği garip bir biçimde algılıyordum;
bende herhangi bir istek, heyecan, zevk alma duygusu değil, ağır, fakat tatlı
bir hüzün uyandırıyordu. Belirsiz, karmaşık, rüyayı andıran bir hüzündü bu.”
(9)
Neden hüzün?
Güzel bir kadından bahsederken gösterilen güzel
bir kadın mıdır, yoksa gösterenin kendisi, yani anlatıcı mıdır?..
Hüzün.. geçmişe takılıp kalmış duyguların tatlı
dirilişi. Yazar bunu yazının şimdiki zamanında yazdığı için belki de bir duygu
yanılsaması yaşıyor. “Şimdi” yazarken duyduğu hüznü o zaman yaşadığıyla
karıştırıyor olamaz mı? Muhtemeldir. Belki o da bir hüzündür ama farklı bir
hüzün: Kendini zararsız kılıp arzularıyla baş başa kalan, esrime içinde
yatışan; sessiz, hayran ve iktidarsız, salt bakışa indirgenen bir hüzün. Bu
durumda yalnızlık tecritle değil, söyleyememekle, içine atmakla gelir. Hüzün bu
tuhaf yalnızlığın adıdır da. Kendi dışında görüp çarpıldığı bu güzellik insana
hem varoluşunu hissettirir, hem de kendi varoluşunun işe yaramazlığını. Belki
de hüzün anılarla gelmez, bünyenin periyodik bir eğilimidir ve başladı mı
kendine yakışan anıları bulur, hüzün veren şey haline gelir.
İnsanın kendi yenilgisine şefkat duymasıdır
hüzün… Güzellik karşısındaki yenilgisine…
İnsanın güzel kadın karşısındaki hayranlığı bir
şaşkınlık da içerir. Belki de baskın olan duygu hayranlıktan çok şaşkınlıktır,
ama her iki duyguda da ortak olan, bakışını diğerine verme, bakışın bütün bir
bedenin yerine geçmesi, simgeselleşmesi ayırt edilemez haldedir. Bu yüzden Güzeli
görmekle, Güzelden söz etmenin iki ayrı süreç olduğu görülmez. Güzelden söz
etmek bir itiraftır; diğerinin güzelliğinden değil, kendi etkileniminden söz
etmek; ama bu dil yine de örtük kalır, çünkü sözü edilen diğerinin
güzelliğidir, üçüncü kişinin dikkat ettiği budur, herkes bu illüzyona razıdır.
Güzellik uzaklıkla beslenir. Uzaklık tanışamama,
birlikte olamama anlamında değildir sadece; sözü edildiğinde oluşan şimdi ile
geçmiş arasındadır. O Güzel artık kendine de uzaktır.
Güzel kadın karşısında herkesin en azından iç
sesiyle ‘Güzel’ deme yükümlülüğüyle ortaya çıkan ilgi…
Burada dikkat çekmek istediğim ibare ‘güzel
deme yükümlülüğü’dür. Bu durum ilginç bir alışveriş doğurur çünkü: Güzel kadın,
dışındaki bu yükümlülere karşı kendi varoluşunu daim kılmak için güzel olmaya
‘sorumlu’ kılınmıştır.
Bu yazı bir yere varacaktı ama varmadı,
hissediyorum, bu yüzden en baştan söylemem gerekeni en sonda kestirmeden
söyleyeyim bari: Güzel kadın kapitalizmin dürtüsüdür… Bir başka yaz(ıy)a.
(1) Çehov, Bütün Öyküler, cilt 5, s.171, Cem Yay.
2. Basım
(2) a.g.e. s. 173
(3) Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, s. 53, çev.
Tahsin Yücel, Yapı Kredi Yay. 1. baskı, Haz. 1990
(4) Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 161, çev. Aziz
Yardımlı, İdea Yay.
(5) Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi, s. 146,
çev. Aziz Yardımlı, İdea Yay.
(6) Çehov a.g.e. s.172, 173
(7) a.g.e. s. 173
(8) a.g.e. s. 177
(9) a.g.e. s.
174
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder