1 Ekim 2012 Pazartesi

Yalan





Ahlâk ile etik arasındaki farkı yalan kavramı üzerinden şöyle ifade edebiliriz: Ahlâk 'Yalan söylememelisin' der, Etik 'Yalan nedir?'diye sorar.

 

Raymond Carver'ın Yalan adlı öyküsü (1 ) topu topu 3,5 sayfa. Bir adam ve bir kadın arasında geçiyor. Ama bahsi geçen iki kişi daha var: Biri ortak tanıdıkları bir kadın, diğerini sadece adam tanıyor. Öyküde özel isim yok.

 

Ben öyküyü adam ve kadının psikolojik dalgalanmalarına göre dört bölüme ayırdım.

 

Adam ortak tanıdıkları bir kadından karısı hakkında bir şey duymuştur (R. Carver bize bunu açıklamaz ama bir aldatma ilişkisi olduğunu sezdirir). Bunu karısına söylediğinde karısı diğer kadını yalancılıkla suçlar. Adam diğer kadının neden yalan söylemek istediğini anlamaz, diretir. Kadın diğer kadının kıskanç kaltağın teki olduğunu söyler ve kendisine inanmasını ister.  R. Carver bize bu sırada kadının bir davranışını aktarır:

 

"Ardından, şapkasını saçına tutturan iğneleri ve eldivenleri çıkartıp her şeyi masaya koydu. Paltosunu omuzlarından atıp sandalye arkalığına bıraktı."

 

Bu ayrıntıda ne var?

 

Adam, kadın daha içeri girer girmez, şapka ve paltosunu çıkarmasına fırsat vermeden sorguya başlamıştır. Yazar, kurgusu sayesinde algımızın öykünün anlatılmayan öncesini de kapsayacağından emindir. Adam o anın gelmesini sabırsızlıkla bekleyen bir ruh hali içindedir. Kadın adamın sorusuyla sıkışmıştır ve şaşırmış gibi yapar. Ama duygusal tepkisini gösterirken bu sıralamayı tersine çevirir: Şaşırmış gibi yapar ve karşı saldırıyla adamı sıkıştırmaya çalışır. Tartışmanın bu safhasında giysileri hâlâ kadının üzerindedir. Çünkü yalancı ithamı yüzünden henüz savunmasızdır ve evle arasındaki sahiplik ilişkisi birden bozulmuştur; sanki başkasının evinde "yabancı" biriymiş gibi üstünü çıkarmak için teklif bekliyordur.

 

Yukarıdaki ayrıntıda ise kadın bu hayati tartışmanın ortasında evin yeniden ona ait olduğunu hepimizin yaptığı gibi gösterir: Soyunarak! Ev kadının tarafıdır.

 

 Bu sahneyi tersinden kanıtlayan bir film sahnesi hatırlıyorum: Bir kadın hizmetçilik yapmak için bir malikâneye gelir. Evin sahipleriyle tanıştıktan sonra ona odası gösterilir. Valizini odanın bir köşesine koyar, ayakkabısını çıkarır ve yatağın üzerine oturur. Yaylı bir yataktır bu. Daha önce hiç yaylı yatakta yatmadığından mıdır nedir, ellerinden destek alarak önce yavaş yavaş sonra hızlıca yaylanır.. bu yaylanma işine kendisini çocuk gibi kaptırır... Derken kapı çalar. Eli ayağına dolaşır. Hemen toparlanır. Kamera yatağın altındaki bir çift terliği ve hizmetçinin biraz önce ayağından çıkardığı ayakkabısını gösterir. Hizmetçi bir an tereddüde düşer. Ve giymesi daha kolay olduğu halde (hizmetçiliğinin gereği çalan kapıyı açma süresini daha kısaltacağı halde) terlik yerine kendi ayakkabısını giyer. Neden? Çünkü o evde yabancıdır. Siz filmi tam o sahneden seyretmeye başlasanız bile hizmetçi kadının bu kendiliğinden seçimini gördüğünüzde onun o evde bir yabancı olduğunu anlardınız: malikâneye ait terliği değil, kendi ayakkabısını giymesinden dolayı. (Bu sahne Bunuel’in bir filmindendi galiba)

 

Öyküye dönelim.

 

Kadın soyunma eyleminin ilk hamlesini yaparak diğer kadının asıl yalancı olduğunun "delil"ini sunuyor. Öte yandan diğer kadın yalancıdır çünkü ikisinin dostu olsa zaten böyle bir şeyi söylemezdi. Adam bocalar, diğer kadına değil karısına inanmak eğilimindedir, çünkü karısına âşıktır. Adam kafası karışık halde pencereye yönelir yolda akan trafiğe bakar. Bir arkadaşı aklına gelir; lisedeyken kötü geçen iki üç yıllık döneminde dostu olmuş kronik yalancı bir arkadaşı. O ergenlik arkadaşının varlığı diğer kadının yalancı olduğunu doğrular gibidir: dünyada sırf keyif için yalan söyleyen böyle insanlar vardır. Eski yalancı arkadaşının varlığı diğer kadının yalancı olduğunun delilidir. Bu öykünün ikinci aşamasıdır.

 

Ama daha soluk almadan öykünün üçüncü aşamasına geçilir. Adam pencerede karısını aklama modundayken, karısı birden itirafta bulunur:

 

"Doğru, Tanrım affet beni. Kadının söylediği her şey doğru. 'Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum' derken yalan söylüyordum."

 

Adam tam karısına inanmaya başlarken, karısı birden kendisinin yalancı olduğunu diğer kadının doğru söylediğini itiraf eder. Bu öykü kocanın ağzından anlatıldığı için 'İtiraf eder'i yazarın yerine ben dillendiriyorum. Kocanın itiraf sözcüğünü kullanmayışı doğru ile yalan arasındaki belirsizliğin öykünün sonuna kadar korumasından olabilir, bunu bilemem.

 

 Peki kadını böyle bir itirafa sürükleyen ne?

Öyküde bu aşamayı öngöreceğimiz herhangi bir atmosferik hazırlık var mı?

 

Kadın adamın kendisine sırtını dönüp pencereden dışarı bakmasını, kendisinden bu fiziksel uzaklaşmasını, adamın ikna olmayışının göstergesi, işlerin daha da sarpa sarması olarak değerlendirmiş olabilir mi? Çünkü yalan ancak ikinci bir yalanla korunabilir. Yaratıcılık gerektirir. Eğer adam karısına inanmıyorsa, karısının önceki yalanında ısrar etmesi ancak yalancılığı güçlendirir. Ve kadın adamın sessizliğini yanlış yorumlayarak ters bir hamle yapar: İtiraf ederek bağışlanmayı diler. Ama bu harcıalem bir yorumdur ve öyküde de bizi böyle bir yoruma götürecek herhangi bir ipucu yoktur. Bağışlanma itirafın işlevi (niyeti) gibi görünür. Ama bunun doğru olma ihtimali hakikatin zaten elimizin altında olma ihtimalinden fazla değildir. "İtiraf" bir sözcüktür ve anlamını nerde nasıl kullanıldığına göre kazanır.

 

Kadın burada "itiraf" etmemiştir, sadece az önce söylediğinin tersini söylemiştir. Ya ‘itiraf’ dediğimiz iç dökme çoğu zaman kavram olarak da bu anlama geliyorsa?

 

İtiraf, ikrar edenin doğru karşısında ikna olması mıdır? Doğru, itiraf edenden hariç bir yerde olmadığı için insanlar genellikle "güç" karşısında ikna olurlar. İtiraf bazen de yalanı güçlendiren bir faaliyettir ve işlevi doğruya kavuşmak değil, doğrunun seçilen bir kısmı ile karşıdakinin elini zayıflatmaktır; itirafla diğerinin saldırganlığını yumuşatmak, vicdani bir bocalama yaratmak gibi başka saikler de söz konusu olabilir...

 

Kavramlara bu kadar bağlı kalmak öykünün somut edebi karakterini bozar elbette. Gerçi öyküsüne ‘Yalan’ adını vererek bizi baştan yönlendirse de R. Carver'ın amacı tam tersi, kavramı bozguna uğratmak olsa gerek. Kadının birden diğer kadının söylediğini doğrulamasını öykünün akışı içinde şöyle de yorumlayabiliriz:

 

Kadınlar aldattıkları erkekleri sevmezler; neden sonuç ilişkisi bakımından, daha çok bunun tersi doğruymuş gibi gözükür, yani kadınlar sevmedikleri erkekleri aldatırlarmış gibi. Oysa cümlenin tersi herkes için daha hayırlıdır: Kadınlar aldatabildikleri erkekleri (ve tabi aldatıldığını anlayamayan erkekleri) sevmezler (yazarın anlattığı hikâye gereği erkeklerin aldatmasını konumuzun dışında tutsak da yalan herkesi aynı kalıba sokmaya kadirdir).

 

 

 

Kadın evinin kadınıdır (soyunmasıyla bunu göstermiştir) ve sevmediği bir adamla aynı evde yaşamaya katlanamayacağı için kocasının ilk baştaki kuşkusunu doğrulamaya razı gelmiştir. Bütün bu çiftanlamlar doğru ile yalanın aynı işleve sahip olmasından kaynaklanır: İkna etmek!

 

Kadın itiraf ederek neden yalan söylediğiyle ilgili adamı kendisini anlamaya davet etmiş olamaz mı? Yalan söyledim ama neden söyledim hadi sor bana… Buradaki tek yönlü doğru konuşma olanağı, diğer doğruyu; kadının adamı neden aldattığını gizlemeye yarar.

 

Bu olasılıklar bizim öyküyü spekülâtif okumamızdan kaynaklanmaz. Bu anlam çoğalmasını (ki çift anlamdan ayırt etmek gerekir) öykünün kurgusu sağlar.

 

1.Aile dışından ortak tanıdık bir kadın adama karısı hakkında bir şey söyler. Demek bunca zamandır karısı bir yalancıdır.

 

2.Adam bunu karısına söyler. Karısı diğer kadının yalancı olduğunu söyler.

 

3.Adam karısının doğru söylediğine ikna olurken kadın, diğer kadının dediğini

doğrular, yalancılığını itiraf eder.

 

Şimdi, adam 3. aşamadan 1. aşamaya mı rücû eder?

 

Hayır.

 

İşler daha da karışır. Meşhur "Yalancı Paradoksu..." Kadın 'Yalan

söyledim' itirafıyla, itirafını da kuşkuyla çarpıtır. 'Ben yalancıyım' diyen birinin,

yalancı olduğu da doğru değildir ki...

 

Ama yalancının şu paradoksu daha da çetrefillidir: Yalan,

yalan söyleyenin yalan söylenenden vazgeçemediğinin de belirtisidir. Yani yalanda, yalan söyleyenin aldatılana verdiği gizli bir önemseme mesajı vardır. Demek ki, yalanını sürdürdüğüne göre onunla ilişkisini koparmak istemiyordur. O zamana kadar yalan tek taraflıdır, ahlâki değil teknik bir sorundur, bir sırdır. Yalan söyleyenin amacı diğerini küçük düşürmek değildir; diyelim başka birisiyle birlikte olmaktır, bunu da ancak yalanla elde edebilir. Ama yalan ortaya çıktığında aldatılan diğerinin amacının yalan söylemek olduğunda ısrar eder, saldırısını ahlâki zemin üzerine çeker. İlginç olan yalan söyleyenin de savunmasını bu zeminde yapmasıdır. Oysa yalan kendisini sadece amacında içeren bir sözcüktür. Yalanın amacı aldatma değil, (adı geçen hikâyede) başka biriyle birlikte olmaktır. Yalan kavramı gibi amacını ya da yönelimini kendinde içeren başka sözcükler var mıdır? Mesela doğrunun amacı karşıdakini kendisine inandırmak mıdır? Ama, “Yalandan vazgeçmeyi istemeden, doğruyu söyleyemezsin.” ( 2)

 

Doğru bizim dışımızda hazır lokma değildir. İnsan doğruya ancak gerçeği yeniden kurarak ulaşabilir. Dil; yalana, doğruyu söyleme olanağından daha yatkındır. Çünkü dil sosyal bir ilişkidir ve bizi bu sosyal mecranın içine çeker, hakikat için devamlı onun dışına çıkmak gerekir. Kant’ın her koşulda doğruyu söylemelisin, hatta öldürmek amacıyla komşunun yerini soran bir katile bile yalan söylememelisin maksimi (3) yalan/doğru ilişkisinin bir dil sorunu olduğunu hesaba katmaz.

 

Ahlâki zeminde kullanılan sözcüklerin insan üzerind bıraktığı ve sözcüklerin anlamlarının da garantisi olan ilk izlenim onların iyi veya kötü anlamlı oluşudur. Yalan kötüdür, doğru iyidir gibi. Bu sade algılayış hayatı sadeleştirmez, aksine karmaşayı gizler.  Kant’ın örneğinde, katile doğruyu söyleyenin bir muhbir, bir doğrucu davut, bir fesatkâr komşu olması mümkündür. Üstelik tüm bu olumsuz kişi sıfatları “doğru” üzerinden gerçekleşir. Bu kötü olma fırsatını onlara “doğru” konuşmak sağlar.

 

Adama karısının kendisini aldattığını söyleyen tanıdık kadın doğruyu söylerken diyelim asıl amacını (adamla karısının arasını açmak) gizliyor, bu durumda zaten o da bir yalancı olmuyor mu? Tüm bunlar hâlâ bir dil sorunu içinde olduğumuzu göstermeye yeterli değil. Adamın karısının pozisyonunda yalan nerede başlıyor? Yalan dil olarak kendini nerede kuruyor? Başka biriyle olan ilişkisini gizlediğinde mi, yoksa bu ilişki açığa çıkınca inkâr ettiğinde mi?

 

Doğal beklenti, sanki yalan ile doğrunun iki ayrı cephede birbirine zıt sözcükler olarak kullanılagelmesinin, bu kavramlarla ilintisine göre betimlenen insan tiplerini de kesin ahlâki sınırlarla ayrıştırmış olacağı. Raymond Carver bize yalan ile doğrunun nasıl birbirinin içinde eriyebildiğini gösteriyor. Kadının başka bir adamla birlikte olmasıyla yalan söylemesi aynı olguymuş gibi görünüyor. Kadının başka biriyle olmasının kocasına verdiği zararla bunu gizlerken söylediği yalanın zararı ahlâken özdeş mi? Kocanın başka bir adamla birlikte olan karısına karşı elindeki yegâne koz, karısının yalan söylemesidir. Başka biriyle birlikte olan bir kadın bunu yalanla gizliyorsa, zinanın üçüncü kişiler nezdinde kötü bir şey olduğunu kabul ediyor demektir.

 

Kadın kötü bir şey yaptığının farkında. Bunun delili yalan söylemesidir. Ama yalan zinayı kolaylaştırıyor da; tam da bu yüzden zinanın kötü bir olgu olduğunu güçlendiriyor. Ama öbür taraftan ortalık yalandan geçilmiyorsa zina karşısında katı prensipler de cıvıyor. Şöyle düşünelim, bir ast amirine işe geç kalışının nedeni olarak trafik sorununu gösteriyor, bu klişe yalanı amir yutmuyor ve ‘Hep aynı yalanı söylüyorsunuz’ diye memurunu azarlıyor. Amir memurun işe geç kalışıyla yalanını aynı kavramda birleştirmiyor mu? Halbuki memur doğru da söylese bu işe geç gelmesini bir sorun olarak ortadan kaldırmazdı. Ama memur işe geç gelmesinin kötü/kusurlu bir davranış olduğunu yalan söyleyerek hem teyit etmiş, hem de amirine itaat etmiş oluyor. Yalan suçun suç olduğuna itiraz etmiyor, aksine doğruluyor. İşte paradoks: Yalan, azar, prensip…

 

Adam kendisine karısıyla ilgili haberi ileten kadın için ‘Niye yalan söylesin ki?’ deyişini, öykünün ikinci aşamasında ‘Karım beni niye aldatsın ki?’ diye değiştirmek üzereyken kadın itiraf ediyor, öykü birden üçüncü aşamaya geçiyor. Ama kadın “Yalan söyledim,” diyor, ‘Zina yaptım’ demiyor. Yalan söylemesi zina yapmasını içerdiği halde, ahlâken ikisini ayırıyor. Her iki taraf da dikkatlerini dağıtan bu ayrıma razı. Kadının başka biriyle birlikte olduğu için değil de yalan söylediği için zan altında olması hem adamın hem kadının işine geliyor. Öte yandan adamın yalan ithamı karısının bir başkasıyla birlikte olmasının kendisini düşüreceği çaresizliğe karşı kuyruğunu dik tutmasını sağlıyor. Kadın kocasını aldatırken bunu yalan söyleyerek gerçekleştiriyor. Yalan ve zina işbirliği içindeyken, adamın gerçeği öğrenmesiyle birbirinden ayrışıyor (hatta yalan olarak da: kadının yalanı mı, yoksa adama bu haberi yetiştiren ortak tanıdıkları diğer kadının olası yalanı mı?). Adam ahlâksızlığın zina tarafına değil, yalan tarafına yükleniyor. Neden?

 

Adam yalanın zaten zinayı kapsadığını bildiği için sözcüklerden tasarruf ediyor değil; kadının yalanını teslim etmesi diğer kişiden aldığı hazzı ortadan kaldırmıyor çünkü, aksine doğruluyor; ve adamın duymak istemediği de bu. Adam yalan ithamıyla kadını hem bağışlanma dileyen bir duruma sokuyor hem de kendisini doğru söylediğine inandırma çabası içine.

 

Kadının zina yapıp da yalan söylemesi, zina yapıp da doğru söylemesinden daha iyi! Çünkü sistem zedelenmemiş oluyor. Birinci durumda yalan zinanın türeviyken, ikinci durumda doğruyu söyleme zinanın türevi değil. Zina yapıp da yalan söyleyen zinanın kötülüğünü (bu yüzden başına kötü bir şey geleceğini) kabul ediyor demektir; bunun için diğer kötülüğü, yalanı göze alıyor. Oysa zina yapıp da doğruyu söyleyen zinanın kötülüğünü prensip olarak kabul etse de, veya sonradan pişman olsa da bir seçim yapmış demektir. Bu durumda zinayı seçmekle yalanı seçmek farklı. Bir insan yalanı seçmeden de zinayı seçebilir. Burada ‘yalan söylemek’ fiilinin yapısından gelen tuhaf bir karmaşa vardır. ‘Yalan söylemek’ geçişli bir fiil değildir. ‘Yalan söylemek’ kendi kendisini de gerçekleştirmez, kendisinde mevcut değildir; hangi yalan türünü düşünürsek düşünelim, yalan kendisi aracılığıyla bir başka durumu elde etmek için söylenir; yalan kendisini temsil etmez. Masaldaki çoban yalanı eğlenmek için söyler vb.  

 

 

 

 

Öykünün dördüncü aşaması bir fark etme ve soyunmanın devam etmesi olayıdır.

 

"Karım pabuçlarını ayağından fırlatıp sofada arkasına yaslandı. Sonra doğrulup bir çekişte kazağını başından çıkardı. Eliyle saçını düzeltti. Sigaralıktan bir sigara aldı. Çakmağı yakıp ona uzattım ve onun ince, olgun parmakları ve titiz bir bakımdan geçmiş tırnakları karşısında bir anlık bir şaşkınlığa düştüm. Onları sanki yeni ve bir tür aydınlatıcı bir ışık altında görüyordum."

 

 

 Kadın ikinci soyunuşunda erkeğin bedenini de kendi yanına alır. Evet, bu gerçektir; ne doğrudur ne yalandır, sadece vardır ve insanı çeken de budur. Kadın soyunmaya devam eder. Adam baygın bir sesle gerçeği istediğini söyler.

Kadın cevap verir:

 

" 'Küçük Paşa' dedi. 'Gel buraya, lokmam benim. Hakikaten inanmış mı bu, o kaka kadına, o kaka yalana? Buraya annenin göğsüne koy başını. İşte oldu. Şimdi gözlerini yum. Aferin. Nasıl da inanmış böyle bir şeye? Beni hayal kırıklığına uğrattın. Gerçekten. Sen zaten benden daha iyi anladın bunu. Yalan söylemek bazı insanların eğlencesidir."

 

Şimdi, kadın 4. aşamadan 2. aşamaya mı rücû eder?

 

Hayır.

 

Yalan ve aldatma birbirini içeren kavramlarmış gibi duruyor değil mi?

 

Her yalanı yutacak biri varsa aldatma yüzde yüz gerçekleşir.

 

Buna karşılık her aldatma yalanın türevi değildir, doğruyu yalan sanan bir aldatılma kendini ahmak sanmayanlar üzerinde daha etkilidir. Doğruyu söylersiniz, ama amacınız söylediğinizin yalan sanılmasıysa, doğru söyleyerek de aldatırsınız.

 

 

Bence insanlar doğru ile yalan arasında; belirsizlik denilen geniş ovada dolanıyorlar. Kendi yorumunu güya gizli tuttuğu, kendisine bir kaçış imkânı sağlayan belirsizlikte... Bütün yalanların ilk etkisi bir belirsizlik yaratmak değil midir?..

 

 

(1)  

Ateşler, Raymond Carver, Çev. Zafer Aracakök, Adam Yayınları 1990 s.123

 

(2)  

Yan Değiniler, Ludwig Wittgenstein, Çev. Oruç Aruoba, Altıkırkbeş Yay.

1999, s.3

 

(3)

Immanuel Kant, İnsanseverlikten Ötürü Yalan Söylemek Konusunda Bir Sözümona Hak

Üzerine, Cogito, Yapı Kredi Yayınları, Sayı 16, s.47

 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder