28 Ekim 2017 Cumartesi

Görünüş, Özdür



Haberin başlığıyla anlattığı olay arasındaki mesafe, tereddüt; hatta çekinmeden kafa karışıklığı diyeyim. Haberin içeriği tam da bu zaten. Daha açıkçasını haberi okuma sürecini öğelerine ayırarak söyleyeyim: Başlık beni kendine çekiyor. Neden çekiyor? Hayret duyguma sesleniyor çünkü. Ama birbirinden farklı iki hayret duygusunu art arda uyandırınca başarıyor bunu. Tuzağa düşüyorum. Başlıktan sonra okuduğum haber metninin başlıkla çelişmese de birinci hayret duyguma yakışmayacak biçimde sıradan olduğunu anlıyorum.

Bu ikinci hayret duygusunun bir tür hayal kırıklığıyla; öte yandan anlatılanlarda başlığı yalancı çıkaracak hiçbir şey yokmuş hissiyle baştaki güçlü hayret duygumu söndürmesi  ilginç. Haberin içeriği denilen şey algımızı sürükleyen bu labirent işte.

Şimdi haberin başlığını okuyorum: Çin Füzesi ABD Tankını Yok Etti.

Bu başlıkta bir tatmin yok mu? Haset üzerinden gelen bir intikam. 

Kahrolsun ABD diyen bir yanımız hazır zaten. Vurdu ya da isabet etti değil ‘Yok etti’…. Sürecin ikinci ayağı başlıktan sonra bir beklenti içine girmemizle başlıyor. Şahsen benim kafamda bir sahne hemen uyanıyor: ABD tankının mevzilenebileceği en yakın coğrafik konum Çin’in Vietnam sınırı. Geri plandaki bilgim bu mizansenle uyumlu. Vietnam epey zamandır Çin’le toprak sorunlarından ötürü ABD’nin kendisine uyguladığı silah ambargosunu kaldırması için uğraşmıştı. 2015 yılında Vietnam, ABD ile Ortak Vizyon Anlaşmasını imzalamıştı. ABD ile Çin’in doğrudan karşı karşıya geleceği yer orasıydı. Çin, Vietnam sınırından tampon bölgeye giren ABD tankını füzeyle vurmuştu. Süper iki devlet arasında dünya barışını tehdit eden ciddi bir sorun. Hemen devamını okuyalım... Peh! Haber metni bu hayalimi boşa çıkarıyor. Meğer Peşmergelerin elinde olan Çin füzesi Irak’ın elinde olan ABD tankını vurmuştu. İnsanlar arasındaki savaş sanki nesnelerin menşei arasındaki savaştı. Sanki ABD ve Çin Irak’ta düzenlenen silah fuarına katılmışlar ve gösteri yapıyorlardı. Cümleyi ‘sanki’yle şartlasak bile bunun gerçeğe hiçbir zararı yoktu. Absürt olan buydu. Olası bir Kürdistan devletine karşı İran ve Türkiye’yle müttefik olan Irak’ın ABD tankına, ABD’nin el altından desteklediği Kürtler Çin füzesiyle karşılık veriyordu. Vekalet savaşı ama sanki silahların müvekkil ilişkisi sürekli değişiyordu. Bütün bu karmaşayı başlık sadeleştiriyor ve aşağılık yanımıza sesleniyordu: Kahrolsun imrendiklerimiz!




Çin füzesi, ABD tankını yok etti


ABD yapımı M1A1 Abrams tankı, Çin yapımı HJ-8 füzesiyle vuruldu.
(Sol gazetesinin 27 Ekim 2017 haber başlığı)


                                                                 *  *  *

Augustinus İtiraflar’ının henüz ilk sayfalarında 16 yaşındayken arkadaşlarıyla karıştığı bir olayı anlatır. 

Bağımızın yakınlarında bir armut ağacı vardı, armutlar öyle iştah açıcı da değillerdi. Ben ve bir sürü genç gece yarılarına kadar alanlarda oynadık. Gecenin karanlığından yararlanarak armut ağacının yanına gittik ve ağacı silkeledik ve düşen armutları topladık.” (1)

Augustinus bu ergenlik kabahatini abartarak kendini hırsız diye suçlar. Kendine karşı bu cüretkâr kıyımda ilginç bir kurnazlık vardır aslında. Bir kere bu “hırsızlık” itirafına tam 7 sayfa ayırır. Kendini o kadar suçlar ki Tanrı’ya bir şey bırakmaz. Böyle diyeceğiz ama biraz dikkat edince itiraf etmenin bundan çok daha öte bir amacı olduğunu anlarız. Nihayetinde Tanrı’nın bildiği bir günahı itiraf etmiş de sayılmazsınız değil mi? Augustinus da insanlara itiraf ediyordu?

Hangi insanlara?

Bunu tesadüfen Michael Parenti’nin Gizem Olarak Tarih’ini okurken buldum. İsa’nın çileci, yoksul ve bağnaz takipçilerine kendilerini beğendirmek isteyen varlıklı kilise liderleri kendi zengin köklerini küçümser göründüler. Augustinus da başlarda, Hippo piskoposu olarak görev yaptığı sıralarda şu duyuruyu yaptı: “Pahalı bir giysi… bir piskoposun giyeceği bir elbise olarak kimi zaman bana hediye edilebilir, ama bu, fakir bir ana babanın kendisi de fakir olan oğulları Augustinus’a yakışmaz.”(2)

İtiraflar’ını okurken anlıyoruz ki Augustinus hiç de fakir değilmiş, ailesinin bağı bahçesi varmış. Bunu güzelce itiraf ediyor, “bağımızın yakınlarında” diyor. Sahiciliğin tam da daha önce söylediği bu yalanı itiraf etmeye dayanması gerekirken, armut çalma itirafındaki abartı diğerini gölgede bırakıyor. İtirafın işlevi doğrular arasından seçim yapmaktır.


İnsanlar matbaanın icadından önce kime yazıyordu?..

(1)Augustinus, İtiraflar, Çev. Dominik Pamir, s.35, İst. 1997
(2) Michael Paranti, Gizem Olarak Tarih, Çev. Ali Çakıroğlu, İst. 2004



22 Ekim 2017 Pazar

Devletin Sesi









‘Yüzelliiki… Hacıosman Metro, Sarıyer, Zekeriyaköy, Kısırkaya!’

Otobüsün hoparlöründen bir kadın sesi her durağa yanaştıkça tekrarlıyor bunu. Herhalde otuz saniyede bir. Kimsede ne yadırgama, ne huysuzlanma.

KANIKSAMAK: Tekrarı dış dünyanın bir özelliği olarak olduğu gibi kabul etme. Dış dünyayı her şeyin yolunda gittiği örüntü olarak algılamak.

ALIŞMAK: Tekrarı dış dünyanın ritmi olarak içselleştirmek.


Hayatla uyum için gerekli iki meleke. İkisi de bende yok. Seslere karşı savunmasızım. Önceden bağışıklığım vardıysa da artık yitirdim.

İETT otobüslerinde bu anons ilk ne zaman başladı? Bu sorunun cevabı ben bu anonstan ilk ne zaman rahatsız olmaya başladım sorusuyla muhatap değil. Demek benim de anonsu kanıksadığım bir zaman dilimi varmış. Zaten yukarıda yaptığım ayrımdan bu yönde bir fayda bekliyorum. Kanıksamak rüya görmek gibidir, birden rüyanın içine düşersiniz, nerden çıktı bu demezsiniz. Reddetmek aklınıza gelmez. İlgili dış dünya nüvesini hemen benimsersiniz. İşin ilginci ne zaman benimsediğinizi unutursunuz. Nasılsa rüyada uykuya dalma zamanının dışına itildiğinizi bilmiyorsunuz. Alışmakta ise dış dünyaya uyum sağlama yarı uyanık çabayla sürer, ama alışınca da döngü sizi içine alır. Benim durumum hangisine giriyor? Karışık efendim… Sorunu bu karışık durumdan başlatmak istiyorum.

Galiba üç ay önceydi. Sıcak güneşli bir öğle sonrası. Tek başımaydım. Otobüsün ortasında ikili koltukta oturuyordum, yanım boştu.

‘Yüzelliiki… Hacıosman Metro, Sarıyer, Zekeriyaköy, Kısırkaya!’

Hoparlör tam tepemdeydi, ses sonuna kadar açıktı. Şoförün yanına gittim, sesi kısmasını söyledim. Kıstı. Kıstı ama sesi duymaya devam ettim. Kanıksama durumum ilk o zaman bozuldu. Mürtet olmak gibi bir şeydi bu.

Şoför beylere buna benzer müdahalelerim oldu peyderpey.

Başımdan geçen hikâyelerin çoğunun mekânı toplu taşım araçlarına ait. Çünkü kendimi riske ettiğim tek yer oralar. Birçok risk. Bunların arasında trafik kazası en sonda geliyor. Normal biriyim ben. Kastettiğim risk seslerle ilgili. Otobüsün aksamından çıkan gıcırtılar, bariyeri aşarken tabanın asfalta temasından çıkan sürtünme sesi (kamaştırıcı bir ses ama bereket her zaman olmuyor), klima uğultusu, dışarıdan gelen korna sesi… hayır bunlar da değil. Herkes gibi bu seslere alıştım. Bakın burada ‘kanıksadım’ demiyorum, ‘alıştım’ diyorum. Bu sesler ruhumda makul birer tınıya sahip. Zorunlu sesler. Hem işitiyorum o halde var, hem işitiyorum o halde varım sesleri. Alışamadığım iki ses yolculuğu berbat etmeye yetiyor. Biri kulaklıktan taşan benim müziğin cürufu dediğim ‘dum tıs’ sesi, diğeri kahkahalarla ve hayret nidalarıyla uzadıkça uzayan telefon konuşmaları (daha çok kadınlar yapıyor bunu; ergen olanları ve şehirde nispi özgürlük yaşayan yarı köylü olanları). Zorunlu olmayan keyfi sesler. Yani rahatsızlığımın adaletle ilgili etik bir temeli var. İsaiah Berlin’in ‘negatif özgürlük’ kavramı için güzel bir örnek olabilir bu. Dalayım mı bu konuya? Yok böyle iyiyim…

Rahatsız olduğum seslere bir üçüncüsü eklendi: Devletin sesi.

Devletin sesi zorunlu mu, keyfi mi?

Üç hafta mı iki hafta mı ne önceydi. Günlerden Pazar, hava güzel, otobüsün cam tarafına oturmuşum. Yanım boş. Dışarı bakıp eğretileme yapmak için birebir. İkinci durağa varmadan başladı:
‘Yüzelliiki… Hacıosman Metro, Sarıyer, Zekeriyaköy, Kısırkaya!’

Dikiz aynasında şoförü aradım… öyle ya konuşulacak biri mi? Ablak suratlı. Dalgın. Daha önce görmediğim bir adam.  Saçları seyrek ve uzun. Islak ıslak keline doğru yaymış.  Aksi bir şey var saçlarında. Bir izlenim, bir genelleme… tamam hatırladım, bu saç şekli bana eski Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’u hatırlattı. Hani vatandaşa gavat diyen Vali. Bu çağrışım sanki içimden geçenlere karşı bir tedbir koydu; kendi kendime telkinde bulundum, otur oturduğun yerde dedim.


Bütün durakları ezbere biliyorum. Otobüs durağa varmadan içimden sayıyorum: ‘on, dokuz, sekiz, yedi…’ sıfır der demez başlıyor: ‘Yüzelliiki…’

Migros Durağında yanıma bir adam oturdu. Kalın enseli, minik gözlü bir adam. Sesli sesli soluyor. Belki de adamın bu sesli sesli soluması bardağı taşıran son damla oldu.

Durum tuhaf geldiği için değil kendi tahammülüm tuhaf geldiği için başladı eylem.

 “Müsaade eder misiniz?” dedim adama. Ayağa kalktım. Omuz çantamı kimse yerime oturmasın diye koltuğa bıraktım. “Şoföre bir şey soracağım.” dedim. “Bana sorun.” dedi adam. “Yok, sizlik değil,” dedim. Şoförün yanına gittim. Bu kez ayrıntılara gireceğim. Hüseyin Avni Coş falan takmıyorum. Radikal bir teklifle söze girdim:

“Şu anonsu kapatsanız,” dedim. Cidden radikal. Daha önce ‘Şu sesi kısar mısınız?’ diyordum.

Şoför bana gözlüğünün üstünden bakarmış gibi baktı. Ama gözlüğü yoktu.

“Niçin?” dedi.

“Ses rahatsız ediyor.” dedim.

“Kapatamayız, talimat var.”

“Bu anons kimin için?”

Bir süre duraksadı. Cevabını bilmediğini anladım. Yine de şunları söyledi:

“İşitme engelliler için.”

Bu kez duraksama sırası bendeydi. İşitme engelliler için ses! Herhalde işitme problemi olanları kastetti dedim içimden.

“Bu işitme engelliler aynı zamanda görme engelli mi? Monitörden okuyabilirler.”

“Dediğim gibi talimat var… şimdiye kadar sizden başka rahatsız olan olmadı.”

Son söz saldırı. Olageleni normalize ediyor. İnsan zihninin yuvası: çoğunluk. Çoğunluk o anda gösterilebilir bir olgu olmamasına rağmen onu imal ediyor; ve oraya yerleşiyor. Ben sormadan önce bir fikri yoktu, şimdi var. Sayemde fikir sahibi oluyor Hüseyin Avni. Michael Foucault dispozitif kavramını tarif etmedi, şimdi bu durum üzerinden edebiliriz: İktidar en üstten en alta devredilebildiği için bütün toplumu kuşatan gizli bir şebeke gibi işler… Uzatmadım. Buruk biçimde şunları söyledim:

“Sizin işiniz daha zor,” dedim, “sabahtan akşama aynı şeyi dinliyorsunuz.”

Benden nefret ediyor, ben de ondan. Dikiz aynasından peşimden bakıyor, hissediyorum.

Kös kös yerime oturdum. Yanımdaki adam meraklı, “Neydi?” dedi.

“Şu ses,” dedim, "rahatsız ediyor."

Adam bana “Geçmiş olsun” dedi iyi mi? Sanki bir kulak rahatsızlığım varmış gibi. Hakikaten acaba münasip bir kulak rahatsızlığı mı bulsam kendime; ‘ben vertigo hastasıyım, bu ses vertigomu tetikliyor.’

“Siz rahatsız olmuyor musunuz? Sürekli aynı şeyi tekrar ediyor.” dedim adama.

“Hayır,” dedi adam, “ neden rahatsız olayım? Bu gerekli bir şey… görme engelli var, okuma yazma bilmeyen var.”

“Görme engelli sorsun… hem görme engellilerin mesafe algısı bizden daha iyi. Anons onların bu yeteneğini öldürüyor bence.” Bu dediğim doğru. İlk ve son arabamı bir köre satmıştım. Arabayı kontrol için beni bir tanıdığının yanına götürdü. Yolu o tarif etti, çetrefilli sokaklardan geçtik. ‘Bak ilerde Emniyet Amirliği var, onu geç sola dön.’ dediydi. Sözümü eksik bırakmayayım, arabayı kayınbiraderi kullanacakmış.

“Nerelisin?” diye sordu. Nefretlik bir soru. Yine de söyledim.

“Neresinden?” dedi.

Söyledim.

Şivesi değişti. Doğu Karadenizli.

“Bu milletin yarısı okuma yazma bilmiyor,” dedi.

“Yarısından çok fazlası biliyor,” dedim.

“Bilmiyor,” dedi.

“Otobüslerde bir saha çalışması mı yaptınız?” dedim.

“Ben gemi kaptanlığından emekliyim, bütün dünyayı gezdim.” dedi. “bu anons Amerika’da bile var.”

“Bu anons durak adlarını söylese iyi, sürekli hattın adını söylüyor.” dedim.

“Amerika’da da söylüyor, bütün Avrupa ülkelerinde söylüyor. Ben bütün dünyayı gezdim."

Öfkelendim.

“Nerelisin sen?” dedim.

“Ofluyum.” dedi.

Kestim. Bir keresinde bir Oflu bana medeniyet dünyaya Of’tan yayıldı demişti.


Bu yaşadıklarımdan bazı dersler çıkardım. İşte:

KANIKSAMA KALIPLARI: İnsanların maruz kaldıkları uyarıcı seslerin zamanla süreklilik kazanması, durağanlaşması, olduğu gibi kabul edilmesi. Başlangıcı yokmuş gibi, sanki biz bu seslerin arasına misafir gelmişiz gibi. Düğün konvoyunun korna çalması; asker yolculukları sırasında taşkınlıklar; hoparlörle ezan, sala; cumhurbaşkanı geçerken trafiğin durması ve savulun diyen korna sesleri; bitmeyen yol kazı çalışmaları; öğretmenlerin hazırladığı günlük planlar (pardon bu sonuncuda ses yok).

KENDİNİ EĞRETİLEŞTİRMEK: Her tür pasif halin kendini olumladığı avunma. Kendini eğretileştirme iki temel dayanak noktası buluyor. Birincisi mekânın sahibi, ortağı, hissedarı hissetmeme hali; ikincisi birazdan orayı terk edecek olma hali.

HOPARLÖR SESİ: Hitler şu sözleri Alman Radyosunun Kılavuzuna yazmış: "Hoparlör olmasaydı eğer, asla Almanya’yı fethedemezdik.” Belli ki Hitler  sesin kalabalıklara duyulabilirliğini artıran hoparlörün teknik yanından söz ediyordu. Halbuki hoparlörün Hitler’in kendisinin de farkına varmadığı asıl etkisi  sesi kimliksizleştirmesiydi. Bu üst sese ancak ya sahip olabilirdiniz ya da olamazdınız. Hoparlör sesi dinleyenle sesin sahibi arasına üçüncü bir kuvvet olarak yerleşiyordu. ‘Hoparlör kimin elindeyse o konuşur’ gibi sesin sahibine bir imtiyaz tanıyarak. Bu sesin şiddetinden başka bir şey. Devletin sesi hoparlör sesidir.

ENGELLİ: Ankara’da bir dönem akbil cihazından 65 yaş üstünü belli edecek sesler çıkıyormuş. 65 yaş üstündekiler bundan rahatsız olmuşlar. Bu rahatsızlık yaşın belli olması gibi bir hassasiyete dayandırılsa da bence buradaki rahatsızlık bedavacı görünmeye bir tepki. Faydalanmak ama görünmemek. Engelliler üzerinden yapılan düzenlemeler de herkesin engelli olabileceği bir duruma normal insanları da hazırlama provası gibi işliyor. Demek istediğim başka bir şey: Acaba toplu taşım araçlarında anons engelliler ve okuryazar olmayanlar için gizli bir örtbas (‘gizli’ ve ‘örtbas’ birbirine yakın anlamlı bu iki sözcük işbirliği halinde burada) işlevi mi görüyor? Ama öte taraftan herkesin birbirine yabancılığını garanti altına alan bir gizleme. 

ANONS: Sala gibi. Sizin bir yakınınız ölmese de sala sesi herkesi ölenin yakınıymış gibi eşitliyor. 'Sizin de başınıza gelebilir.'

TEKRAR: Sürekli tekrar eden ses bizde hafıza olmasını istemiyor gibidir. Bir otobüs dolusu alzheimer hastası. Anonsun düz anlamı: bilgi vermek. İşlevsel anlamı: engelliler için. Yan anlamı: ses tekrarının oluşturduğu salaklık. Salaklığın toplumsal bir engellilik hali olduğunu nasıl anlatacağız? Düz anlam yan anlamı gizliyor. Aslında yok sayıyor da diyebiliriz. Sesin amaçlamadığı olgu tepkiyle (elbette benim tepkim), tepkiye karşı umursamaz davranarak ötelenmiş bir amaç haline geliyor.

Heyy! Sesimi duyan var mı?

Ben Beethoven dinliyorum. Sizi bilmem.






9 Ekim 2017 Pazartesi

Sahte Diğerkâmlık


                                                         Kitty Genovese

Geçen hafta sonu bir polisiye belgesel izledim. Amerika suç tarihini anlatan filmlerden biri. Katil, kurban, gizem, soruşturma ve çözüm… Kafam bir yerlere takıldı, dün yeniden izledim.


Kitty Genovese 1964’te geceleyin NewYork’ta evine yakın bir sokakta uğradığı bıçaklı saldırıda civarda oturan en az otuz sekiz kişinin olaya tanık olduğu halde yardım çağırmamaları yüzünden ölmüş.

Haberin sunuluş biçimi bu.

Dikkat edilirse burada sadece saldırgan değil, cinayet esnasında kılını kıpırdatmayan otuz sekiz tanık da ölümün nedeni arasında sayılmış. Zaten cinayetin iki aşamada gerçekleşmesi bunu anlamamızı sağlıyor. Saldırgan ilk bıçağı sapladığında Kitty tüm sokağı imdat çığlığıyla inletiyor ve onu herkes duyuyor. Çığlığın şiddetinden mi, yoksa tanıklardan birinin pencereyi açmasından mı saldırgan kaçıyor. Ama kimse Kitty’ye yardım etmeye gelmiyor, telefon açıp yardım çağırmıyor. Yaralı Kitty yardım çığlığı atmaya devam ederek can havliyle bir sokak kadar yürüyor. Diğer sokakta arabasında oturan katil otuz beş dakika sonra kimsenin kendisine müdahale etmeyeceğini anlayınca geri dönüyor, yarım kalan işini bitiriyor, Kitty’yi defalarca bıçaklıyor ve tecavüze yelteniyor.  

Haberi bu skandal karakteriyle ertesi gün manşete taşıyan The NewYork Times, henüz ele geçmeyen katil, ya da ölen kız hakkında tek bir bilgi vermezken 38 tanığın “izleme” hallerini imgeleştiriyor, bir eşkal haline getiriyor: Diğerkâm olmayanların eşkali. Bu eşkali tasvir edebiliriz: olaya müdahil olmamaları, yardım etmemeleri bir yana; asıl yardım çağırmamalarıyla kafamızda resmi çizilen sinirleri alınmış künt bir topluluk. 

Kim bunlar? Basında geçen bir isim, bir fotoğraf yok. Bir durum. Dünyaya kayıtsız bu bencil insanlar nasıl olmuş da bir araya gelebilmiş? 

Bencillik tek tek bireyleri birbirinden ayrıştırırken suç mahalli onları bu kez ortak davranışın içinde toplu gösteriyordu. Soyutlamanın ön yüzü  tecritse arka yüzü tümevarımdır. Bu soyutlamayı diyelim sosyologlar yapar. Ama bu kez kamuoyu kendine karşı yapıyor. Olayın özgünlüğü (haber değeri) de tam burada zaten. Bu soru konunun sürekli gündemde kalmasını sağlıyor, çünkü bir gizem yaratıyor. Bütün iş gizemi muhafaza edebilmek. Somut durumun somut nedenlerini bulup çözümlemektense sorunu insanın içine düştüğü ahlâki bir yoksunlukla askıda bırakmak gizemin ömrünü uzatıyor. İnsanlar kendi aralarında fısıltıyla makul nedenler arıyorlar. Mesela Nazilerden kaçmış kollarında Yahudi damgası bulunan mahalle sakinlerinin sırf resmî soruşturmaya uğramamak için olaya karışmadıkları söyleniyor. Bu akıl yürütmenin yargısı peşinden geliyor: 'Ama daha önce toplumun duyarsızlığı yüzünden katledilmiş bir halkın asıl diğerkâm olması beklenmez miydi?' Sorular soruları getiriyor. Verili bir olgu mutlak gerçek kabul edilince sorular bu gerçeğe toslayacak biçimde yeniden dizayn ediliyor. Bir kurgu. Bu kurgunun mimarlarından A. M. Rosenthal hikâyeyi mahvedeceği gerekçesiyle tanık ifadelerine hiç yer vermiyor. The NewYork Times’ın otoritesi tüm ulusal medyaya editörlük yapıyor. Haberin verilişi herkese diğerkâm olma imkânı bağışlarken şunu telkin ediyor: onlar öyle ben değilim. Bir arınma fırsatı. 

Bu haber diğer basın organlarında tv’lerde aylarca, yıllarca yayınlanıyor, okullarda sosyoloji ders kitaplarında okutuluyor. Olay sonradan acil arama hattı 911’in kurulmasına giden bir misyon bile ediniyor.

Bütün ABD medyası The NewYork Times öncülüğünde otuz sekiz imgesine karşı bir diğerkâm projesi başlatıyor.

İdeolojinin diğerkâm ayağının ilk etkisi:
Hiç kimse bu otuz sekiz tanığın gerçekliğini sorgulamıyor.

Kitty Genovese’nin ölümünden kırk yıl sonra (2004) The NewYork Times olayı yeniden ele alıyor, bu otuz sekiz tanığın haber edilişi hakkında bir takım kuşkular beliriyor. Acaba Kitty’nin komşuları bu kadar duyarsızlar mıydı? Kırk yıl önce yazdığı gibi olaya kayıtsız kalıp yataklarına mı dönmüşlerdi?

Hayır, aslında tanıklarla kimse konuşmamıştı! Kitty’nin küçük erkek kardeşi Billy 50 yıl sonra olayın yeniden peşine düşüyor.

İlk soru, otuz sekiz tanık nereden çıktı?

Billy dava zabıtlarından başlıyor. Oysa tanık olarak ifadesi alınan sadece yedi kişi var, bu yedi kişiden sadece biri sağ ve 86 yaşında. Kitty’nin kapı komşusu bir kadın. Saldırgana ikinci gelişinde kapının eşiğinde müdahale eden kadın; Kitty onun kollarında ölüyor. Tanıklardan başka bir kadın polisi aradığını söylüyor, polis kadına olaydan haberdar olduğunu daha önce olayın ihbar edildiği cevabını veriyor. Yani yardım çağrılıyor! Öte yandan mahalle sakinlerinin büyük bir çoğunluğu olaya gözle değil kulakla tanık oluyorlar. Ve çoğu insan bu olayı bir adamla karısı arasında geçen sarhoş kavgası sanıyor.

Meğer otuz sekiz tanık sayısını ortaya atan basınmış!

Billy Genovese’nin belgeselde sormadığını biz soralım şimdi: Toplum acaba bu otuz sekiz duyarsız insanın varlığına inanmaya neden bu kadar eğilimliydi?

Çünkü diğerkâmlık her şeyden önce bir iletişim biçimi. Yani bir grup insanın diğerkâm olmamaları üzerinden gösterilen öfkeyle işe başlayan iletişim diğer insanlara bedavadan erdemli tarafta olduklarının güvencesini dağıtıyor.
   
Bir kere cinayetin genel karakteriyle duyarsızlığın lokal hali birbirinden ayrışmıştı. Polis, yardım durumunda kendisine ulaşılması gereken bir güç olarak orada hazırdı. Birtakım vatandaşların duyarsızlığı polisin elini güçlendirecekti. Nitekim Kitty’nin ölümünden beş gün sonra katil sivil bir “zenci” tarafından yakalanmasına rağmen polis tarafından yakalanmış gibi lanse edildi. Kahramanımız zenci, katil zenci Winston Moseley’i bir zenci mahallesinde televizyon çalarken yakaladı. Üstelik televizyonu başka birinin evinden çalıyordu, yani kahramanımız olayı "izlememiş" ve anında müdahale etmişti. Sorgu sırasında Winston'un katilin profiline uyduğunu fark eden bir polis onu itirafa zorlamış ve başarmıştı. Elli yıl sonra kahraman zencinin hayatta olmadığını öğrenen Billy, onun oğluyla görüşmüştü. Oğlu babasının kahramanlığını gurur duyarak anlattı. Billy kahraman zencinin oğluna teşekkür edince, zenci oğul şimdiye kadar babam için kimse teşekkür etmedi dedi.

                                                         Winston Moseley

Bu bize neyi gösteriyor?

Diğerkâmlığın maniple edilebileceğini.

Öldürülen Kitty’nin kardeşi Billy Genovese (meşhur suç ailesi Genoveselerle ilgisi yok) olaydan iki yıl sonra 18 yaşındayken gönüllü olarak Deniz Kuvvetlerine yazılıyor ve Vietnam’a gidiyor. Vietnam’da iki bacağını kaybediyor. Vietnam’a gidişini anlatırken şöyle diyor Billy: “Bu hikâyeyi gerçek kabul eden ve ona göre davranan bir ortamda büyüdüm.”

Billy’nin söyleyemediğini biz tamamlayalım: Diğerkâm olmayanlar yüzünden öldüğünü sandığı ablası için diğerkâm duygularla savaşa katılan Billy iki bacağını "feda" ediyor.


                                                Billy Genovese



Bu diğerkâm ideolojisi her daim sesleniyor: Bak şurada katliamlar oluyor, bak şurada çocuklar ölüyor…

Bir diğer asli duygu İNTİKAM… Hollywood’un asla terk etmediği bir duygu… 

The Witness intikama karşı bize Derrrida’nın bağışlanamayacak olanı bağışlama anının örneğini de gösteriyor. İzleyin derim.