Haberin başlığıyla anlattığı olay
arasındaki mesafe, tereddüt; hatta çekinmeden kafa karışıklığı
diyeyim. Haberin içeriği tam da bu zaten. Daha açıkçasını haberi okuma sürecini öğelerine
ayırarak söyleyeyim: Başlık beni kendine çekiyor. Neden çekiyor? Hayret duyguma
sesleniyor çünkü. Ama birbirinden farklı iki hayret duygusunu art arda uyandırınca başarıyor bunu.
Tuzağa düşüyorum. Başlıktan sonra okuduğum haber metninin başlıkla çelişmese de birinci hayret duyguma yakışmayacak biçimde sıradan olduğunu anlıyorum.
Bu ikinci hayret duygusunun bir tür hayal
kırıklığıyla; öte yandan anlatılanlarda başlığı yalancı çıkaracak hiçbir şey
yokmuş hissiyle baştaki güçlü hayret duygumu söndürmesi ilginç. Haberin içeriği
denilen şey algımızı sürükleyen bu labirent işte.
Şimdi haberin başlığını okuyorum: Çin
Füzesi ABD Tankını Yok Etti.
Bu başlıkta bir tatmin yok mu? Haset üzerinden
gelen bir intikam.
Kahrolsun ABD diyen bir yanımız hazır zaten. Vurdu ya da
isabet etti değil ‘Yok etti’…. Sürecin ikinci ayağı başlıktan sonra bir beklenti
içine girmemizle başlıyor. Şahsen benim kafamda bir sahne hemen uyanıyor: ABD tankının mevzilenebileceği
en yakın coğrafik konum Çin’in Vietnam sınırı. Geri plandaki bilgim bu
mizansenle uyumlu. Vietnam epey zamandır Çin’le toprak sorunlarından ötürü ABD’nin
kendisine uyguladığı silah ambargosunu kaldırması için uğraşmıştı. 2015
yılında Vietnam, ABD ile Ortak Vizyon Anlaşmasını imzalamıştı. ABD ile Çin’in
doğrudan karşı karşıya geleceği yer orasıydı. Çin, Vietnam sınırından tampon bölgeye giren ABD
tankını füzeyle vurmuştu. Süper iki devlet arasında dünya barışını tehdit eden
ciddi bir sorun. Hemen devamını okuyalım... Peh! Haber metni bu hayalimi boşa çıkarıyor. Meğer
Peşmergelerin elinde olan Çin füzesi Irak’ın elinde olan ABD tankını vurmuştu. İnsanlar
arasındaki savaş sanki nesnelerin menşei arasındaki savaştı. Sanki ABD ve Çin
Irak’ta düzenlenen silah fuarına katılmışlar ve gösteri yapıyorlardı. Cümleyi ‘sanki’yle
şartlasak bile bunun gerçeğe hiçbir zararı yoktu. Absürt olan buydu. Olası bir Kürdistan devletine karşı İran
ve Türkiye’yle müttefik olan Irak’ın ABD tankına, ABD’nin el altından
desteklediği Kürtler Çin füzesiyle karşılık veriyordu. Vekalet savaşı ama sanki
silahların müvekkil ilişkisi sürekli değişiyordu. Bütün bu karmaşayı başlık
sadeleştiriyor ve aşağılık yanımıza sesleniyordu: Kahrolsun imrendiklerimiz!
Çin füzesi, ABD tankını yok etti
ABD yapımı M1A1 Abrams tankı, Çin yapımı HJ-8 füzesiyle vuruldu.
(Sol gazetesinin 27 Ekim 2017 haber başlığı)
* * *
Augustinus İtiraflar’ının henüz ilk
sayfalarında 16 yaşındayken arkadaşlarıyla karıştığı bir olayı anlatır.
“Bağımızın yakınlarında bir armut ağacı
vardı, armutlar öyle iştah açıcı da değillerdi. Ben ve bir sürü genç gece
yarılarına kadar alanlarda oynadık. Gecenin karanlığından yararlanarak armut
ağacının yanına gittik ve ağacı silkeledik ve düşen armutları topladık.” (1)
Augustinus bu ergenlik kabahatini abartarak kendini hırsız diye suçlar. Kendine karşı bu cüretkâr kıyımda ilginç
bir kurnazlık vardır aslında. Bir kere bu “hırsızlık” itirafına tam 7 sayfa
ayırır. Kendini o kadar suçlar ki Tanrı’ya bir şey bırakmaz. Böyle diyeceğiz
ama biraz dikkat edince itiraf etmenin bundan çok daha öte bir amacı olduğunu
anlarız. Nihayetinde Tanrı’nın bildiği bir günahı itiraf etmiş de sayılmazsınız
değil mi? Augustinus da insanlara itiraf ediyordu?
Hangi insanlara?
Bunu tesadüfen Michael Parenti’nin Gizem
Olarak Tarih’ini okurken buldum. İsa’nın çileci, yoksul ve bağnaz takipçilerine
kendilerini beğendirmek isteyen varlıklı kilise liderleri kendi zengin köklerini
küçümser göründüler. Augustinus da başlarda, Hippo piskoposu olarak görev
yaptığı sıralarda şu duyuruyu yaptı: “Pahalı bir giysi… bir piskoposun giyeceği
bir elbise olarak kimi zaman bana hediye edilebilir, ama bu, fakir bir ana babanın kendisi de fakir olan
oğulları Augustinus’a yakışmaz.”(2)
İtiraflar’ını okurken anlıyoruz ki Augustinus
hiç de fakir değilmiş, ailesinin bağı bahçesi varmış. Bunu güzelce itiraf ediyor, “bağımızın
yakınlarında” diyor. Sahiciliğin tam da daha önce söylediği bu yalanı itiraf
etmeye dayanması gerekirken, armut çalma itirafındaki abartı diğerini gölgede
bırakıyor. İtirafın işlevi doğrular arasından seçim yapmaktır.
İnsanlar matbaanın icadından önce kime yazıyordu?..
Otobüsün hoparlöründen bir kadın sesi
her durağa yanaştıkça tekrarlıyor bunu. Herhalde otuz saniyede bir. Kimsede ne
yadırgama, ne huysuzlanma.
KANIKSAMAK: Tekrarı
dış dünyanın bir özelliği olarak olduğu gibi kabul etme. Dış dünyayı her şeyin
yolunda gittiği örüntü olarak algılamak.
ALIŞMAK: Tekrarı
dış dünyanın ritmi olarak içselleştirmek.
Hayatla uyum için gerekli iki meleke.
İkisi de bende yok. Seslere karşı savunmasızım. Önceden bağışıklığım vardıysa
da artık yitirdim.
İETT otobüslerinde bu anons ilk ne zaman
başladı? Bu sorunun cevabı ben bu anonstan ilk ne zaman rahatsız olmaya
başladım sorusuyla muhatap değil. Demek benim de anonsu kanıksadığım bir zaman
dilimi varmış. Zaten yukarıda yaptığım ayrımdan bu yönde bir fayda bekliyorum.
Kanıksamak rüya görmek gibidir, birden rüyanın içine düşersiniz, nerden çıktı
bu demezsiniz. Reddetmek aklınıza gelmez. İlgili dış dünya nüvesini hemen
benimsersiniz. İşin ilginci ne zaman benimsediğinizi unutursunuz. Nasılsa
rüyada uykuya dalma zamanının dışına itildiğinizi bilmiyorsunuz. Alışmakta ise
dış dünyaya uyum sağlama yarı uyanık çabayla sürer, ama alışınca da döngü sizi
içine alır. Benim durumum hangisine giriyor? Karışık efendim… Sorunu bu karışık
durumdan başlatmak istiyorum.
Galiba üç ay önceydi. Sıcak güneşli bir
öğle sonrası. Tek başımaydım. Otobüsün ortasında ikili koltukta oturuyordum,
yanım boştu.
Hoparlör tam tepemdeydi, ses sonuna
kadar açıktı. Şoförün yanına gittim, sesi kısmasını söyledim. Kıstı. Kıstı ama
sesi duymaya devam ettim. Kanıksama durumum ilk o zaman bozuldu. Mürtet olmak
gibi bir şeydi bu.
Şoför beylere buna benzer müdahalelerim oldu peyderpey.
Başımdan geçen hikâyelerin çoğunun
mekânı toplu taşım araçlarına ait. Çünkü kendimi riske ettiğim tek yer oralar.
Birçok risk. Bunların arasında trafik kazası en sonda geliyor. Normal biriyim
ben. Kastettiğim risk seslerle ilgili. Otobüsün aksamından çıkan gıcırtılar,
bariyeri aşarken tabanın asfalta temasından çıkan sürtünme sesi (kamaştırıcı
bir ses ama bereket her zaman olmuyor), klima uğultusu, dışarıdan gelen korna
sesi… hayır bunlar da değil. Herkes gibi bu seslere alıştım. Bakın burada
‘kanıksadım’ demiyorum, ‘alıştım’ diyorum. Bu sesler ruhumda makul birer tınıya
sahip. Zorunlu sesler. Hem işitiyorum o halde var, hem işitiyorum o halde varım
sesleri. Alışamadığım iki ses yolculuğu berbat etmeye yetiyor. Biri kulaklıktan
taşan benim müziğin cürufu dediğim ‘dum tıs’ sesi, diğeri kahkahalarla ve
hayret nidalarıyla uzadıkça uzayan telefon konuşmaları (daha çok kadınlar
yapıyor bunu; ergen olanları ve şehirde nispi özgürlük yaşayan yarı köylü
olanları). Zorunlu olmayan keyfi sesler. Yani rahatsızlığımın adaletle ilgili
etik bir temeli var. İsaiah Berlin’in ‘negatif özgürlük’ kavramı için güzel bir
örnek olabilir bu. Dalayım mı bu konuya? Yok böyle iyiyim…
Rahatsız olduğum
seslere bir üçüncüsü eklendi: Devletin sesi.
Devletin sesi zorunlu mu, keyfi mi?
Üç hafta mı iki hafta mı ne önceydi.
Günlerden Pazar, hava güzel, otobüsün cam tarafına oturmuşum. Yanım boş. Dışarı
bakıp eğretileme yapmak için birebir. İkinci durağa varmadan başladı:
Dikiz aynasında şoförü aradım… öyle ya
konuşulacak biri mi? Ablak suratlı. Dalgın. Daha önce görmediğim bir adam. Saçları seyrek ve uzun. Islak ıslak keline doğru yaymış. Aksi bir şey var saçlarında. Bir izlenim, bir genelleme… tamam hatırladım, bu saç şekli bana
eski Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’u hatırlattı. Hani vatandaşa gavat diyen
Vali. Bu çağrışım sanki içimden geçenlere karşı bir tedbir koydu; kendi kendime telkinde bulundum, otur oturduğun yerde dedim.
Bütün durakları ezbere biliyorum. Otobüs
durağa varmadan içimden sayıyorum: ‘on, dokuz, sekiz, yedi…’ sıfır der demez
başlıyor: ‘Yüzelliiki…’
Migros Durağında yanıma bir adam oturdu.
Kalın enseli, minik gözlü bir adam. Sesli sesli soluyor. Belki de adamın bu
sesli sesli soluması bardağı taşıran son damla oldu.
Durum tuhaf geldiği için değil kendi
tahammülüm tuhaf geldiği için başladı eylem.
“Müsaade eder misiniz?” dedim adama. Ayağa
kalktım. Omuz çantamı kimse yerime oturmasın diye koltuğa bıraktım. “Şoföre bir şey
soracağım.” dedim. “Bana sorun.” dedi adam. “Yok, sizlik değil,” dedim. Şoförün
yanına gittim. Bu kez ayrıntılara gireceğim. Hüseyin
Avni Coş falan takmıyorum. Radikal bir teklifle söze girdim:
“Şu anonsu kapatsanız,” dedim. Cidden
radikal. Daha önce ‘Şu sesi kısar mısınız?’ diyordum.
Şoför bana gözlüğünün üstünden bakarmış
gibi baktı. Ama gözlüğü yoktu.
“Niçin?” dedi.
“Ses rahatsız ediyor.” dedim.
“Kapatamayız, talimat var.”
“Bu anons kimin için?”
Bir süre duraksadı. Cevabını bilmediğini
anladım. Yine de şunları söyledi:
“İşitme engelliler için.”
Bu kez duraksama sırası bendeydi. İşitme
engelliler için ses! Herhalde işitme problemi olanları kastetti dedim içimden.
“Bu işitme engelliler aynı zamanda görme
engelli mi? Monitörden okuyabilirler.”
“Dediğim gibi talimat var… şimdiye kadar
sizden başka rahatsız olan olmadı.”
Son söz saldırı. Olageleni normalize
ediyor. İnsan zihninin yuvası: çoğunluk. Çoğunluk o anda gösterilebilir bir
olgu olmamasına rağmen onu imal ediyor; ve oraya yerleşiyor. Ben sormadan önce
bir fikri yoktu, şimdi var. Sayemde fikir sahibi oluyor Hüseyin Avni. Michael Foucault
dispozitif kavramını tarif etmedi, şimdi bu durum üzerinden edebiliriz: İktidar
en üstten en alta devredilebildiği için bütün toplumu kuşatan gizli bir şebeke
gibi işler… Uzatmadım. Buruk biçimde şunları söyledim:
“Sizin işiniz daha zor,” dedim,
“sabahtan akşama aynı şeyi dinliyorsunuz.”
Benden nefret ediyor, ben de ondan.
Dikiz aynasından peşimden bakıyor, hissediyorum.
Kös kös yerime oturdum. Yanımdaki adam
meraklı, “Neydi?” dedi.
“Şu ses,” dedim, "rahatsız ediyor."
Adam bana “Geçmiş olsun” dedi iyi mi?
Sanki bir kulak rahatsızlığım varmış gibi. Hakikaten acaba münasip bir kulak
rahatsızlığı mı bulsam kendime; ‘ben vertigo hastasıyım, bu ses vertigomu
tetikliyor.’
“Siz rahatsız olmuyor musunuz? Sürekli
aynı şeyi tekrar ediyor.” dedim adama.
“Hayır,” dedi adam, “ neden rahatsız
olayım? Bu gerekli bir şey… görme engelli var, okuma yazma bilmeyen var.”
“Görme engelli sorsun… hem görme
engellilerin mesafe algısı bizden daha iyi. Anons onların bu yeteneğini
öldürüyor bence.” Bu dediğim doğru. İlk ve son arabamı bir köre satmıştım.
Arabayı kontrol için beni bir tanıdığının yanına götürdü. Yolu o tarif etti,
çetrefilli sokaklardan geçtik. ‘Bak ilerde Emniyet Amirliği var, onu geç sola
dön.’ dediydi. Sözümü eksik bırakmayayım, arabayı kayınbiraderi kullanacakmış.
“Nerelisin?” diye sordu. Nefretlik bir
soru. Yine de söyledim.
“Neresinden?” dedi.
Söyledim.
Şivesi değişti. Doğu Karadenizli.
“Bu milletin yarısı okuma yazma
bilmiyor,” dedi.
“Yarısından çok fazlası biliyor,” dedim.
“Bilmiyor,” dedi.
“Otobüslerde bir saha çalışması mı
yaptınız?” dedim.
“Ben gemi kaptanlığından emekliyim,
bütün dünyayı gezdim.” dedi. “bu anons Amerika’da bile var.”
“Bu anons durak adlarını söylese iyi,
sürekli hattın adını söylüyor.” dedim.
“Amerika’da da söylüyor, bütün Avrupa
ülkelerinde söylüyor. Ben bütün dünyayı gezdim."
Öfkelendim.
“Nerelisin sen?” dedim.
“Ofluyum.” dedi.
Kestim. Bir keresinde bir Oflu bana
medeniyet dünyaya Of’tan yayıldı demişti.
Bu yaşadıklarımdan bazı dersler çıkardım.
İşte:
KANIKSAMA
KALIPLARI: İnsanların maruz kaldıkları uyarıcı seslerin zamanla süreklilik
kazanması, durağanlaşması, olduğu gibi kabul edilmesi. Başlangıcı yokmuş gibi,
sanki biz bu seslerin arasına misafir gelmişiz gibi. Düğün konvoyunun korna
çalması; asker yolculukları sırasında taşkınlıklar; hoparlörle ezan, sala; cumhurbaşkanı
geçerken trafiğin durması ve savulun diyen korna sesleri; bitmeyen yol kazı çalışmaları; öğretmenlerin
hazırladığı günlük planlar (pardon bu sonuncuda ses yok).
KENDİNİ
EĞRETİLEŞTİRMEK: Her tür pasif halin kendini olumladığı avunma.
Kendini eğretileştirme iki temel dayanak noktası buluyor. Birincisi mekânın
sahibi, ortağı, hissedarı hissetmeme hali; ikincisi birazdan orayı terk edecek
olma hali.
HOPARLÖR
SESİ: Hitler şu sözleri Alman Radyosunun Kılavuzuna yazmış: "Hoparlör
olmasaydı eğer, asla Almanya’yı fethedemezdik.” Belli ki Hitler sesin kalabalıklara duyulabilirliğini artıran hoparlörün teknik yanından söz ediyordu. Halbuki hoparlörün Hitler’in
kendisinin de farkına varmadığı asıl etkisi sesi
kimliksizleştirmesiydi. Bu üst sese ancak ya sahip olabilirdiniz ya da
olamazdınız. Hoparlör sesi dinleyenle sesin sahibi arasına üçüncü bir kuvvet olarak
yerleşiyordu. ‘Hoparlör kimin elindeyse o konuşur’ gibi sesin sahibine bir
imtiyaz tanıyarak. Bu sesin şiddetinden başka bir şey. Devletin sesi hoparlör
sesidir.
ENGELLİ: Ankara’da
bir dönem akbil cihazından 65 yaş üstünü belli edecek sesler çıkıyormuş. 65 yaş
üstündekiler bundan rahatsız olmuşlar. Bu rahatsızlık yaşın belli olması gibi
bir hassasiyete dayandırılsa da bence buradaki rahatsızlık bedavacı görünmeye
bir tepki. Faydalanmak ama görünmemek. Engelliler üzerinden yapılan düzenlemeler
de herkesin engelli olabileceği bir duruma normal insanları da hazırlama
provası gibi işliyor. Demek istediğim başka bir şey: Acaba toplu taşım
araçlarında anons engelliler ve okuryazar olmayanlar için gizli bir örtbas (‘gizli’ ve ‘örtbas’
birbirine yakın anlamlı bu iki sözcük işbirliği halinde burada) işlevi mi
görüyor? Ama öte taraftan herkesin birbirine yabancılığını garanti altına alan
bir gizleme.
ANONS:
Sala gibi.Sizin bir
yakınınız ölmese de sala sesi herkesi ölenin yakınıymış gibi eşitliyor. 'Sizin
de başınıza gelebilir.'
TEKRAR: Sürekli
tekrar eden ses bizde hafıza olmasını istemiyor gibidir. Bir otobüs dolusu alzheimer
hastası. Anonsun düz anlamı: bilgi vermek. İşlevsel anlamı: engelliler için.
Yan anlamı: ses tekrarının oluşturduğu salaklık. Salaklığın toplumsal bir engellilik hali olduğunu nasıl anlatacağız? Düz anlam yan anlamı gizliyor.
Aslında yok sayıyor da diyebiliriz. Sesin amaçlamadığı olgu tepkiyle (elbette
benim tepkim), tepkiye karşı umursamaz davranarak ötelenmiş bir amaç haline geliyor.
Geçen hafta sonu bir polisiye belgesel
izledim. Amerika suç tarihini anlatan filmlerden biri. Katil, kurban, gizem, soruşturma ve çözüm… Kafam bir yerlere takıldı, dün yeniden izledim.
Kitty Genovese 1964’te geceleyin
NewYork’ta evine yakın bir sokakta uğradığı bıçaklı saldırıda civarda oturan en
az otuz sekiz kişinin olaya tanık olduğu halde yardım çağırmamaları yüzünden
ölmüş.
Haberin sunuluş biçimi bu.
Dikkat edilirse burada sadece saldırgan
değil, cinayet esnasında kılını kıpırdatmayan otuz sekiz tanık da ölümün nedeni
arasında sayılmış. Zaten cinayetin iki aşamada gerçekleşmesi bunu anlamamızı
sağlıyor. Saldırgan ilk bıçağı sapladığında Kitty tüm sokağı imdat çığlığıyla
inletiyor ve onu herkes duyuyor. Çığlığın şiddetinden mi, yoksa tanıklardan
birinin pencereyi açmasından mı saldırgan kaçıyor. Ama kimse Kitty’ye yardım
etmeye gelmiyor, telefon açıp yardım çağırmıyor. Yaralı Kitty yardım çığlığı
atmaya devam ederek can havliyle bir sokak kadar yürüyor. Diğer sokakta
arabasında oturan katil otuz beş dakika sonra kimsenin kendisine müdahale
etmeyeceğini anlayınca geri dönüyor, yarım kalan işini bitiriyor, Kitty’yi defalarca
bıçaklıyor ve tecavüze yelteniyor.
Haberi bu skandal karakteriyle ertesi gün
manşete taşıyan The NewYork Times, henüz ele geçmeyen katil, ya da ölen kız
hakkında tek bir bilgi vermezken 38 tanığın “izleme” hallerini imgeleştiriyor, bir eşkal haline getiriyor: Diğerkâm olmayanların
eşkali. Bu eşkali tasvir edebiliriz: olaya müdahil olmamaları, yardım etmemeleri
bir yana; asıl yardım çağırmamalarıyla kafamızda resmi çizilen sinirleri
alınmış künt bir topluluk.
Kim bunlar? Basında geçen bir isim, bir fotoğraf yok.
Bir durum. Dünyaya kayıtsız bu bencil insanlar nasıl olmuş da bir araya
gelebilmiş?
Bencillik tek tek bireyleri birbirinden ayrıştırırken suç mahalli onları
bu kez ortak davranışın içinde toplu gösteriyordu. Soyutlamanın ön yüzü tecritse arka yüzü tümevarımdır. Bu soyutlamayı diyelim sosyologlar yapar. Ama bu kez kamuoyu
kendine karşı yapıyor. Olayın özgünlüğü (haber değeri) de tam burada zaten. Bu
soru konunun sürekli gündemde kalmasını sağlıyor, çünkü bir gizem yaratıyor.
Bütün iş gizemi muhafaza edebilmek. Somut durumun somut nedenlerini bulup
çözümlemektense sorunu insanın içine düştüğü ahlâki bir yoksunlukla askıda
bırakmak gizemin ömrünü uzatıyor. İnsanlar kendi aralarında fısıltıyla makul
nedenler arıyorlar. Mesela Nazilerden kaçmış kollarında Yahudi damgası bulunan
mahalle sakinlerinin sırf resmî soruşturmaya uğramamak için olaya
karışmadıkları söyleniyor. Bu akıl yürütmenin yargısı peşinden geliyor: 'Ama daha önce toplumun duyarsızlığı yüzünden
katledilmiş bir halkın asıl diğerkâm olması beklenmez miydi?' Sorular soruları
getiriyor. Verili bir olgu mutlak gerçek kabul edilince sorular bu gerçeğe
toslayacak biçimde yeniden dizayn ediliyor. Bir kurgu. Bu kurgunun
mimarlarından A. M. Rosenthal hikâyeyi mahvedeceği gerekçesiyle tanık
ifadelerine hiç yer vermiyor. The NewYork Times’ın otoritesi tüm ulusal medyaya editörlük yapıyor. Haberin
verilişi herkese diğerkâm olma imkânı bağışlarken şunu telkin ediyor: onlar
öyle ben değilim. Bir arınma fırsatı.
Bu haber diğer basın organlarında
tv’lerde aylarca, yıllarca yayınlanıyor, okullarda sosyoloji ders kitaplarında
okutuluyor. Olay sonradan acil arama hattı 911’in kurulmasına giden bir misyon
bile ediniyor.
Bütün ABD medyası The NewYork Times
öncülüğünde otuz sekiz imgesine karşı bir diğerkâm projesi başlatıyor.
İdeolojinin diğerkâm ayağının ilk etkisi:
Hiç kimse bu otuz sekiz tanığın gerçekliğini sorgulamıyor.
Kitty Genovese’nin ölümünden kırk yıl
sonra (2004) The NewYork Times olayı yeniden ele alıyor, bu otuz sekiz tanığın
haber edilişi hakkında bir takım kuşkular beliriyor. Acaba Kitty’nin komşuları
bu kadar duyarsızlar mıydı? Kırk yıl önce yazdığı gibi olaya kayıtsız kalıp yataklarına
mı dönmüşlerdi?
Hayır, aslında tanıklarla kimse konuşmamıştı! Kitty’nin küçük
erkek kardeşi Billy 50 yıl sonra olayın yeniden peşine düşüyor.
İlk soru, otuz sekiz tanık nereden çıktı?
Billy dava zabıtlarından başlıyor. Oysa
tanık olarak ifadesi alınan sadece yedi kişi var, bu yedi kişiden sadece biri
sağ ve 86 yaşında. Kitty’nin kapı komşusu bir kadın. Saldırgana ikinci gelişinde kapının eşiğinde müdahale eden kadın; Kitty onun kollarında ölüyor. Tanıklardan başka bir kadın polisi aradığını söylüyor, polis kadına olaydan haberdar olduğunu
daha önce olayın ihbar edildiği cevabını veriyor. Yani yardım çağrılıyor! Öte
yandan mahalle sakinlerinin büyük bir çoğunluğu olaya gözle değil kulakla tanık
oluyorlar. Ve çoğu insan bu olayı bir adamla karısı arasında geçen sarhoş
kavgası sanıyor.
Meğer otuz sekiz tanık sayısını ortaya
atan basınmış!
Billy Genovese’nin belgeselde
sormadığını biz soralım şimdi: Toplum acaba bu otuz sekiz duyarsız insanın
varlığına inanmaya neden bu kadar eğilimliydi?
Çünkü diğerkâmlık her şeyden önce bir
iletişim biçimi. Yani bir grup insanın diğerkâm olmamaları üzerinden gösterilen
öfkeyle işe başlayan iletişim diğer insanlara bedavadan erdemli tarafta olduklarının
güvencesini dağıtıyor.
Bir kere cinayetin genel karakteriyle
duyarsızlığın lokal hali birbirinden ayrışmıştı. Polis, yardım durumunda
kendisine ulaşılması gereken bir güç olarak orada hazırdı. Birtakım
vatandaşların duyarsızlığı polisin elini güçlendirecekti. Nitekim Kitty’nin
ölümünden beş gün sonra katil sivil bir “zenci” tarafından yakalanmasına rağmen
polis tarafından yakalanmış gibi lanse edildi. Kahramanımız zenci, katil zenci
Winston Moseley’i bir zenci mahallesinde televizyon çalarken yakaladı. Üstelik
televizyonu başka birinin evinden çalıyordu, yani kahramanımız olayı "izlememiş" ve anında müdahale etmişti. Sorgu sırasında Winston'un katilin profiline uyduğunu fark
eden bir polis onu itirafa zorlamış ve başarmıştı. Elli yıl sonra kahraman
zencinin hayatta olmadığını öğrenen Billy, onun oğluyla görüşmüştü. Oğlu
babasının kahramanlığını gurur duyarak anlattı. Billy kahraman zencinin oğluna
teşekkür edince, zenci oğul şimdiye kadar babam için kimse teşekkür etmedi
dedi.
Winston Moseley
Bu bize neyi gösteriyor?
Diğerkâmlığın maniple edilebileceğini.
Öldürülen Kitty’nin kardeşi Billy Genovese
(meşhur suç ailesi Genoveselerle ilgisi yok) olaydan iki yıl sonra 18
yaşındayken gönüllü olarak Deniz Kuvvetlerine yazılıyor ve Vietnam’a gidiyor.
Vietnam’da iki bacağını kaybediyor. Vietnam’a gidişini anlatırken şöyle diyor
Billy: “Bu hikâyeyi gerçek kabul eden ve ona göre davranan bir ortamda büyüdüm.”
Billy’nin söyleyemediğini biz
tamamlayalım: Diğerkâm olmayanlar yüzünden öldüğünü sandığı ablası için
diğerkâm duygularla savaşa katılan Billy iki bacağını "feda" ediyor.
Billy Genovese
Bu diğerkâm ideolojisi her daim sesleniyor:
Bak şurada katliamlar oluyor, bak şurada çocuklar ölüyor…
Bir diğer asli duygu İNTİKAM… Hollywood’un
asla terk etmediği bir duygu…
The Witness intikama karşı bize Derrrida’nın bağışlanamayacak
olanı bağışlama anının örneğini de gösteriyor. İzleyin derim.