‘Ölü
ölmüş’ diye yanlış bir ifade kullanırdık çocukken. Muhtemelen büyükler de
kullanırdı. Sonra üniversiteli okumuş abilerimizden bir takım uyarılar geldi,
ölü ölmez dediler. Bu kadar basit… Niye farkına varmamıştık?..
Oysa
ne demek istediğimiz belliydi. Ne demek istediğimiz anlaşılıyorsa sözün
terkibinde çelişki yakalamak anlamı saçma yapmazdı ki. ‘Güneş battı.’ derken
Kopernik öncesi Dünya merkezli bir anlayışı sürdürüyor değilim; sözcükler
tutarsız olabilir; iletmek istediğim bu tutarsızlık değilse anlam herkes için
makuldür. Bu kadar basit… Basit mi?.. Değil…
Üniversiteli abilerimizin, öğretmenlerimizin
dediği gibi bir sorun vardı ama bu fiille fail arasındaki senkronsuzluktan
kaynaklanmıyordu. Dikkatimizi gramer hatasına değil, birinin ölümünü
bildirirken yaptığımız çarpıtmaya verelim; uzak birinin, hatırası yaşamayacak
sıradan birinin ölümünü dillendiriyorduk. Farkında olmadan ölüm karşısında
hayatın tarafını tutuyorduk. Bir tedbirdi, kim öldüğünün merakına baştan
bariyer koyan, onun ruhunu içimizde yaşatmayacak bir tedbir:
-Kim
öldü?
-Ölü
öldü.
Birisi
ölüyordu ama ‘Ölü’ tabiriyle kavramsal olarak da ölüyordu.
İnsanların
büyük çoğunluğunun ölümü sıradandır. Ama bütün ölüler sıradandır.
Önce
ölüleri ölü olarak ilan etmek sonra yeniden öldürmek gerekiyor.
Geçen
yıl çok eskiden tanıdığım bir arkadaşımın öldüğünü öğrendim. On yıl önce
ölmüştü. İsmini hatırlıyordum, yaptığı işi, memleketini biliyordum,
sevgilisiyle sorunları vardı, baş başa konuşup gülüştüğümüz birkaç an,
yaşadığım bir şey çağrışım yapar kırk yılda bir aklıma gelirdi, ama çok kısa
bir süre. Onu hatırladığım süre onunla paylaştığım süreyle eşdeğer oluyordu
sanki. Ve hep aynı şeyleri hatırlardım. Bir yerlerde yaşadığını aklımdan
geçirip unuturdum. Çevremde ortak tanıdık
da olmadığı için iş hayal gücüme kalmıştı. Ama o yaşasaydı bile benim onunla
ilişkisizliğim değişmiş olmayacaktı. Ölüm haberiyle onun fişini yeni çekiyordum ama
onu on yıl boyunca, üstelik ölüyken yaşatmıştım ve şimdi de öldüğü bilgisiyle
yaşatacaktım. Onunla ilgili artık farklı şeyler mi hatırlayacaktım? Hayır, aynı
şeyleri hatırlayacaktım. Hatırlamak, sınırlamaktır; geri kalan her şeyi
öldürmek. Ben de öyle yapmıştım, onu ancak böyle ölümsüzleştirebilmiştim.
‘Geçen
seni düşündüm,’ deriz. Yani geçen seni var ettim deriz. Bu sözüm diğerine
ulaşırken üç ayrı zamanı senkronize eder: 1. Geçmişte seni düşündüm; 2. Bunu
şimdi söylüyorum; ben bunu söylerken geçmişi çağırıyorum ve sen geçmişi şimdi
yaşıyorsun; 3.Gelecekte de benim tarafımdan düşünülebileceğini varsayabilirsin…
Diğerini var etmek diğerinin varoluşundan daha karmaşık bir işlemdir. Diğerini
bendeki izlenimi olarak var edebilirim, onunla fantezi kurabilirim, onu başka
biri haline getirebilirim; bunu onun bendeki sureti ölü olduğu için yaparım; bu
ölü hal onun benim düşüncemin nesnesi olmasından kaynaklanır. Tıpkı natürmort
gibi. Natürmort, ‘ölü-doğa’ olduğu için natürmort değildir, ölünün de ölüsü,
yani asıl resim olduğu için natürmorttur (boyadır, tuvaldir). Benim onu var
edişimle onun benden bağımsız varoluşunun birbirini göz ardı edeceği ortadadır.
Benim onu var edişim ona can vermediği halde, o bunu varsayarak kendine can
verir. Ama bunu ancak hayattaysa yapabilir; dolayısıyla insanın kendi varlığı
diğerinin var edimine muhtaç bir varoluş arz etse de bu hep tek taraflı yaşanır.
Bu varoluş diğerinin var edim gücünü varsayma halidir aynı zamanda. Ama ölüler
bu ilişkiden münezzeh olduğu halde, yani bu tek taraflı bir var edimken neden
ölüleri yeniden var etmeyi sürdürürüz? Çünkü canlıyken de ölüyken de onları var
edişimiz aynıdır: hatırlama, adını anma… Ama canlıların varoluşu onlara bu
ölü-mirasıyla çeşni kattığı, hatta varoluş denilen şey ölülerden miras kalan
ortak hafızanın da sürdürülmesi demek olduğu için ölülerimizle yaşarız. Onların
kafamızdaki imgelemleri onlar canlıyken de ölü formundadır. Ölüler bunu bilmez
elbette, ama yaşarken biliyorlardı, en azından talep ediyorlardı. Biz de
canlılar olarak her edimimizde bunu umuyor ve talep ediyoruz. Ölüm ötesine
taşmak istiyoruz; bu sadece bir istem değil (ölümsüzlük dürtüsü), insani
varoluşa sadakat da. Bu yüzden ölümsüzlük dürtüsü herkes gibi olmaya yönelik
bir aidiyet dürtüsü aynı zamanda.
Heidegger,
Nietzsche’nin “Bu, evet yalnızca bu intikamın kendisidir: İrade zamandan ve
zamanın ‘geçmiş’ olanından ikrah eder.”(1) sözünü irdelerken intikamla zaman
arasındaki ilişkiye odaklanır; insan zamanın hem çektiği ıstırap dolayısıyla
geçip gitmesini ister hem de zamanın geçip gitmesinden ötürü hayıflanır. Bu
hayıflanmada zamanın geçip geçmemesi elindeymiş gibi bir irade beyanı da var.
İntikam, sanki zamanın geçmiş olmasıyla ilgili bu hayıflanmayı diri tutmak için
bilincin sürekli hatırlatma eyleminde bulunmasıyla meydana çıkar. Heidegger,
Nietzsche’nin zaman ve intikam arasında kurduğu duygusal bağı bir nedensel
ilişkiye çevirmeye çalışır. Ama bu sözün Nietzsche’nin kastetmediği başka bir anlamı olabilir mi? Bu
iki kavram, yani zaman ve intikam arasında kurulabilecek başka bir ilişki
imkânı?.. -Hazır bu iki kavram yan yana gelmişken… Kavramların birbirleriyle
nedensellik bağı, bizi ta başa köken arayışına götürse de, bu çoğu zaman
yanıltıcıdır, insanın bünyesel eğilimi, yani daha radikal bir istem olan dürtü,
kavramın bekasını biz farkında olmadan ele geçirmiştir bile.
İnsan
sadece fiziksel ıstırap yüzünden değil, şimdiki zamanı bir bekleme zamanı
olarak yaşadığı için zamanın geçmesini ister. Beklenti durakları, zamanı
yaşamın anlamı haline getirdiği için böyledir. Gelecek zaman başka türlü
hissedilen, hâkimiyet kurulabilen (henüz
gerçekleşmediği halde) bir zaman olmadığı için de böyledir. Öğrenci teneffüs zilinin çalmasını bekler,
nihayetinde son ders zilinin çalmasını, en nihayetinde yaz sömestrinin
bitmesini, daha ilerisi okulun bitmesini vb bekler. Ama başarı dürtüsü tüm bu
geçip gitmelerin içinde hiç geçmeyen bir sabite olarak durur. Başarı kendi başına saf bir kavram değildir
oysa, başarı hep başkasına karşı başarıdır… Dikkat edelim intikamsı bir kavram…
İntikam
insani bir duygudur. Ama, acaba zamanla ilgili bir saplantı olabilir mi?
Sürekli
aynı olan bir şimdi, bir güven duygusu yaratır; geçmişi şimdi kılar intikam…
Zamanın geçmesine karşı bir ikrah değil, zamanın geçmesine karşı bir sigorta;
intikam sayesinde zaman yerinde sayar, çünkü intikam hiç geçmez, saat bir şeye
takılıp durmuştur! İnsanın asli dürtüsü olan ölümsüzlük intikam üzerinden hem
hayat kaynağına kavuşur hem de kendini gizler. Ölümsüzlük başkasının hafızasına tenezzül
eder, sırnaşır, tamahkârdır. Meramını intikam, başarı, dava, gibi sabitelerle
ifade ederek istemini dolaylılaştırır.
Evet, Nietzsche’nin tersini söyleme vakti: intikam; bırakalım zamanın
geçmesine tepki oluşunu, zamanın bir kapsül içinde dondurulmasıdır…
James
Joyce Ölüler adlı öyküsünün ölülerle bağlantısını en sona saklamıştır. Türkçe
baskısı elli sayfa civarında uzun bir öyküdür bu. Gabriel, karısı Gretta ile
teyzelerinin her yıl verdikleri dans partisindedir. Bir yığın misafir, danslar,
konuşmalar… Gabriel’in dikkatini partinin (ve öykünün) sonuna doğru misafirleri
yolcu ederken merdiven başındaki bir kadın çeker. İçerdeki odadan Gabriel’in
önünde durduğu açık dış kapı yüzünden belli belirsiz duyabildiği bir müzik sesi
gelir. Kadın karanlık bir köşededir ve
önce tanıyamaz onu. Tanıyamaması sadece karanlıktan değildir (ışığa alışan
gözün birden loş bir yere bakarken körleşmesi), kadının uzaklığından,
dalgınlığından, ve hüznündendir. Sonra tanır onu, karısı Gretta’dır! Bir süre
izler, izledikçe yalnızlaşır; çünkü bu haliyle karısı başka birisidir:
“(Gabriel)
Söylenen şarkıyı işitmeye çalışarak ve karısına bakarak holün karanlık köşesinde
durdu. Bir şeyin simgesiymiş gibi bir zerafet ve bir esrar vardı karısının
duruşunda. Yarı karanlık bir merdivende duran ve uzaktan gelen bir müziği
dinleyen bir kadın neyin simgesi olabilir diye düşündü. Ressam olsa onun o
duruşuyla resmini yapardı. Başındaki mavi şapka karanlığa karşı saçının bronz
rengiyle, eteğindeki koyu çizgiler de açık olanlarıyla kontrast oluşturacaktı.
Ressam olsa, Uzaktan Müzik koyardı
tablonun adını.”(2)
Epifani
(hakikat anı); James Joyce eserlerinde yapar bunu. Freud’un dil sürçmesi kavramına
benzer biçimde, James Joyce’un eserlerinde de
olay sürçmesi vardır: kişi birden karşısına çıkan hakikatle yüzleşir. Gabriel
karısıyla otele gidince öğrenir gerçeği. Karısını etkileyen şarkının adı The
Lass of Aughrim’dir (3). Karısı şarkıyı çok eskiden tanıdığı Michael Furey adlı
bir çocuktan dinlediğini söyler. Gabriel huysuzlanır, işkillenir, kıskanır;
karısı o çocuğa âşık mıdır yoksa? Gretta çocuğun öldüğünü söyler. Belki de
kendisi için öldüğünü. Gretta bir kış mevsiminde kasabayı terk edip rahibe
okuluna gidecekken, o sırada hasta olan ve evinden dışarı çıkmaması gereken
âşık Michael geceleyin Gretta’nın kapısına gelir ve aşağı inmesi için camına
taş atar. Gretta aşağı iner ve Michael’in tir tir titrediğini görür, ona evine
gitmesini yoksa ölebileceğini söyler. Michael, “Yaşamak istemiyorum,” der ve o
geceden bir hafta sonra da ölür.
Gretta
o zamanlar belki de Michael’e âşık değildi, kocasının onca ısrarına rağmen bunu
söylemez zaten. Söylese “geçmişe ait bir aşk” deyip üzerini bir kez de beraber
külleyeceklerdir. Ama Gretta adı geçen şarkıyı yeniden dinlediğinde aşk gibi
bir etkilenmeye kapılmıştır. Şarkı onu geçmişe götürür ama bu şimdiki zamanlı
bir duygulanımdır. Bak şimdi: bir ölüye mi âşıktır? Ya da kocası Gabriel bir
ölüyü mü kıskanmaktadır? Evet; burası tam yeri, öyküden soyutlanarak birinci
sorumuzu soralım: Ölü nasıl bir öznedir?
Sevgilinin
gaybubeti (yokluktan farklı) aşkın derinleşme sebebidir; İnsanlar sevgilinin
orda olmayışlarına, ordayken bile mecaz bir uzaklık taşımalarına, ele avuca
gelmeyişlerine bir kez daha âşık olurlar… Ve bu yokluğun en inandırıcı hali
ölümdür. Bir ölü sevildiğini bilmez elbette, ama insan yaşarken ölünce de
sevilebileceğini öngörebilir. Yaşarken hissettiği sevgiye bu gelecek zamanı da
katar. Kendisi yokken oluşacak sevgiye henüz sağken yatırımda bulunur. İnsanlar
ölümden sonraki yaşama inandıkları için sevilmek istemezler, sevgiyi tam da
yaşarken bu haliyle hissettikleri için isterler. Gretta’yı etkileyen Michael’in
yakalandığı amansız zatürreeden ölümü değil, onun için ölmesidir. Yaşamak
istemediğini söyleyince hastalığı cömertliğinin (kendini feda) kanıtı haline
gelmiştir. Ve Gretta Michael’in o
zamanlar çaldığı müziği yeniden duyunca bir tür ağıt dinler gibi olur. Çok yoğun bir varoluştur bu. Michael kendi
ölümünün zımni bedeli olarak bunu Gretta’nın hatırasından nasıl talep ettiyse,
Gretta da buna sadık kalarak aynı şekilde hatırlıyordu. Matem ödeşme
duygusudur. Diğerinin yokluğuna karşılık
diğerinin acısını çekmek… Diğeri hayatını kaybederken (dolayısıyla kaybettiği
şey kendisi olduğu için “kaybetme”nin
tüm ağırlığı hayatta kalanın üzerine yıkılır), hayatta olan diğerini
kaybetmiştir. Yani hayatta olanın kaybettiğiyle (sahip olduğu yakınını
kaybetmek), ölenin kaybettiği (kendi hayatı) farklı olduğu halde, matem iki
kaybı tek bir acıyla birleştirir: hayatta olan kendi kaybettiği yanında ölenin
adına onun kaybettiği hayatın da acısını çeker. Matem yoğun bir hatırlamayla bu
ödeşmeyi sağlıyormuş hissini yaşatır: ölenin kaybettiği kendi hayatıyla ilgili
yaşayamadığı acıyı onunla özdeşleşerek yaşar. Freud’un sözünü ettiği “ölüm
güdüsü” tam da bu olmasın?.. Ölüme karşılık geride bırakılan diriltici
imgelemin cazibesine kapılmak…
İnsan
ölümü ritüellerle rasyonalize eder. Matemi ritüele çevirir. Önce ölümü zorunlu
gerçek olarak kavrar: Herkes ölür. Hayvanla insan arasındaki mukayesede bir
olanak daha: ‘İnsan ölümü rasyonalize eden bir hayvandır.’ Herkes öldüğüne göre
benim hayata karşı bir ayrıcalık beklentisine girmem yakışık almaz. Ama bu
rasyonel benimsemeyi daha ileri götüren, benim kendi kendime doğal bir
zorunlulukla ölmem değil de biri eliyle öldürülmemdir. Trobriand Adası
yerlilerinin (bkz. Malinowski) ölümü büyüye bağlamaları ile tektanrıcı
insanların ölümü Tanrı’ya bağlamalarının mantığı aynıdır: ‘Ey insanlar siz
kendi kendinize ölmeye muktedir değilsiniz, sizi bir öldüren var.’
Ölümü
rasyonalize ediyoruz ama, bu bizim lehimize mi bakalım.
Hayvanlar
ölümü rasyonalize etmezler. ‘Hayvanlar’ gibi yanıltıcı olabilecek bir
genellemenin içinden matemle ilgili genel bir tutum çıkarmak zor. Ama bir
yakınımızı kaybettiğimizde bizim yaptıklarımızla, bir yakınını kaybeden
hayvanın yaptıkları (veya yapmadıkları) arasında gözlemleyeceğimiz bir takım
farklar (veya benzerlikler) ölümle ilişkimizi anlamamıza yardımcı olabilir.
Çünkü insanoğlunun varoluşu bir
sapmadır: hayvanlıktan sapma. Hayvan stabilize bir voroluşken, insan hayvan
oluşunu ölüm ritüeliyle terk ederek insanileşir (‘insan’ kavramının metafizik
karakteri yüzünden hiç bitmeyen bir insanileşme süreci), Descartes’ın söylediği ölüm kaygısının insana
tanıdığı bir avantaj değildir bu, ölüm sonrası ölünün hayata devam etmesiyle
ilgili bir varoluş sorunudur.
Ölünün
varolmaya devam etmesi bir avantaj mıdır gerçekten? Yanı başımızda bir hayvan
ölüyorsa, ona bakarak evet. Yalnız bu ‘evet’in ancak bir küçümsemeyle
söylenebileceğine dikkat edelim. Hayvanın ölümü ( sahiplerinin kişileştirdiği
evcil hayvanları bir yana bırakalım) onun bir hayvan olarak görülmesi hasebiyle
yeterince trajik olmaz zaten ve varlığı ölüm sonrasına taşmaz.
Kaldığım
köyde, karlı bir kış günü komşumun yavruyken de tanıdığım Kangal kırması iki
kardeş köpeğinden erkek olanını kurtlar yemişti. Köpekler gece yarısından
sabaha kadar havlayıp durmuştu. Sabah baktım dişi köpek boğuşmanın yaşandığı
bayırda huysuzca dolaşarak acı acı havlamaya devam ediyordu. Belli ki kurtlarla
boğuşmaya katılmamış, kaçmıştı, evin civarında bir yerde kendini emniyete alıp
havlamıştı sadece.
Karın
üzerindeki tüyleri kokluyordu, sonra evin bulunduğu tepeye çıkıp dikkatli
dikkatli sağa sola bakıyor, tekrar aşağı iniyor ve kardeşinden kalan izleri
kokluyordu. Köpeklerin duyargalarına uygun olarak görsel değil kokuyla ilgili
bir izdi bulduğu. Kokuyu duyunca heyecanlanıyordu, kardeşi buradaydı işte, ama
yoktu! Olmadığını kafasını kaldırınca anlıyordu, gel gör ki burnunda tüten taze
koku yüzünden ikna olmuyordu. Tıpkı kilide yerleştirdiği anahtarı çevirip duran
ama kapıyı açamayışına akıl sır erdiremeyen birinin düştüğü durum gibi.
İnsanın
ölüsünden geriye kalan izlerin duyumsal etkisi ise hemen ortadan kaldırılır.Ama
insanın ölüsü bereketlidir.Hayvanların,
bitkilerin, mikroorganizmaların ölüsünden kömür, petrol, humuslu toprak oluşur.
İnsanın ölüsünden devletler, uluslar, büyük davalar yaratılır. Daha da ötesi
ölümsüzlük yaratılır. Uhrevi anlamda değil, seküler anlamda ölümsüzlük: “…
içimizde yaşar”! Seküler bakış ölüden ölümsüzlük yaratırken, uhrevi bakış
ölümsüzlükle yattığı yerde rahat bırakmadığı ölüyü yaratır. (4)
Marks’ın ölü-emek (5) tabirini
burada metafor olarak kullanabiliriz. Marx
ölü emek kavramını kullanırken sanki
bunu canlı emek zıtlığında söylemiş gibi duruyor. Oysa sıfatlar arasında zıtlık
ille de tamlamalar arasında zıtlık doğurmaz. Canlı emek, yani işçinin emek
gücü, akışkan çalışma faaliyeti; ölü emek ise patronun sahip olduğu tüm değişen
ve değişmeyen sermaye toplamı. Marx ölü emek tabirini kullanarak patronun sahip
olduğu sermayenin de gerçekte bir emek yekûnu olduğunu ifade ederek
burjuvazinin zenginliğini çarpıtıyor.
Öte yandan ölü emek, emekgücünün kendi canlı faaliyetinin sonucunda veya
başlangıcında (başkasının emekgücünden kalan) ölü formuyla kendi ürününe
yabancılaşmayı da ifade eder. Ölü emek formuyla işçi hem kendi emek gücünün
sahibi olmaktan çıkar, hem de aksine (gerçekte kendisinin ürünü olan) ölü emek
ona sahip olur.
Canlı insanların da diğer insanlarda
bıraktıkları imgeleriyle ölü forma dönüştükleri söylenebilir.. İmgeleri
kendilerine ait değildir, o diğerlerine aittir ve canlı insanlar bu ölü
imgelere sadakat göstererek kendi ölümlerini tekrarlarlar. Kronik bir ilişki.
Hergün aynı şeyler yaşanır durur. Aynı şeylerin yaşanmasından aynı saatte işe
gidip gelmeyi, aynı lokantaya gitmeyi, aynı gazeteyi okumayı vb kastetmiyorum,
daha çok tanıdığımız aynı insanların karşısında bıraktığımız izlenime şaşmaz
biçimde uygun davranmayı kastediyorum.
Bunun nedeni basittir aslında; biz insanlar kendi anatomik ölüm
sürecimiz, diyelim son safhada can çekişme halimiz, sonra ceset olarak çürümemiz
dışında başka bir varoluş haline transfer olmaya yazgılıyız.
Eğer
diğerinin bilincinde yer alacak bir şeyler yapmazsak her ölüm daha da erken
ölüm olarak tehdidini artırır. Tabi
burada yakınını kaybetmiş birinin sıcağı sıcağına yaşadığı acıyı tenzih etmeme
gerek var mı bilmem. Kastım, genç yaşta ölmüş birinin geride bıraktığı bu sıcak
acının, diyelim birkaç kuşak sonra duvarda asılı fotoğrafına bakan torunlarının
‘yaşasaydı şimdi 102 yaşında olacaktı,’ gibi bir bilgiye dönüşen ironik acısı...
Ölümsüzlük,
‘inanıyorum o halde var’ gibi bir ön kabulden değil, elimizde olmadan
kapıldığımız aidiyet dürtüsünden beslenir. Milan Kundera Ölümsüzlük kitabında
bu dürtünün evli Goethe ile başkasıyla evli Bettina arasındaki ilişkide yaşanan
ilginç ve bir o kadar da harcıalem örneğini verir: Bettina, Goethe’nin
ölümsüzlüğünü biliyor ve adının onun adının yanında anılması için ona yakın
duruyor. Peki bu ölümsüzlüğün garantisi ne?
Tamam Goethe yaşadığı zaman da meşhurdu, ama günümüze kadar onun bu
ününü sürdüren, kitabında Goethe’den söz eden Milan Kundera ve biz okuyucular
değil miyiz? Bu ölümsüzlüğü sürdürmeye yükümlü müyüz? Eserlerinin ve bu
eserleri yazan Goethe’nin ölümsüzlüğünü taşıdığımız bilginin ölümsüzlüğüne
nasıl dönüştürüyoruz? Şöyle de sorabiliriz: Goethe’nin eserlerinin doğal
mirasçılarıyız, ama onun bize verdiklerini, tıpkı bir armağan karşısında
duyduğumuz ödeşme tepkisi gibi onu yücelterek mi geri ödüyoruz?
Tam
tersine onu yücelttiğimiz için eserleri büyük olmasın? Hiçbirimiz Goethe’yi
arşivin tozlu raflarında keşfetmiyoruz; onun yüceliği koro halinde
tekrarlanıyor ve biz onu dünyanın kayda değer bilgi arşivi içinde hazır
buluyoruz.
Bugün
Goethe ya da Sophokles (Shakespeare de olabilir) gibi yazsak güzel değil gülünç
karşılanırız. Bu taklitçi sayılacağımızdan ötürü mü böyledir, yoksa geçmişteki
ifade biçiminin bugünü anlatmada bize tuhaf gelişinden mi? Eğer ikinci şık
doğruysa neden geçmişteki bu klasikleşmiş eserleri yüceltiyoruz o zaman? Eğer
birinci şık doğruysa bu zaten büyük eserlerin üzerimizdeki ölümsüzlük
etkisinden dolayı değil midir? Yani biz büyük eserlerin orijinalitesini baş
tacı etmek için onlara her tür benzerliği küçümsemeyle taklitçi ilan ederek bu
ölümsüzlüğün gönüllü taşıyıcıları olmuyor muyuz? Ama yüzyıllar sonra, ‘bizim bundan çıkarımız ne?’ gibi faydacı bir
soruya sapmadan, daha basitçe neden böyle bir eğilimin içindeyiz diye sormak da
hakkımız.
Marx
bir üçüncü şıktan söz etmiş:
“Ama zorluk, Yunan sanatının ve destanının
toplumsal gelişmenin belli biçimlerine bağlı olduklarını anlamakta değildir.
Zorluk, bunların bizim için hâlâ bir estetik doyum sağlamaları ve bazı
bakımlardan bizim için ulaşılamayan normların ve modellerin değeri olmalarıdır.
“Bir adam
çocuksuluğa düşmeden çocukluğa dönemez. Ama o, çocuğun saflığından hoşlanmaz mı
ve daha yüksek bir düzeyde onun gerçeğini yeniden-üretme özlemi duymaz mı?
Çocuk doğasında, her dönem kendi öz niteliğinin doğal gerçekliğinde yeniden
yaşadığını görmez mi? İnsanlığın tarihsel çocukluğu, bir daha asla dönülmeyecek
olan insanlığın o en güzel açılma dönemi, niçin bizi sonsuzluğa kadar
büyülemekte devam etmesin? Huysuz çocuklar vardır ve büyük adam tavırları
takınan çocuklar vardır. Antik çağın birçok halkı, bu kategoriye girer.
Yunanlılar normal çocuklardı. Onların sanatının bizi büyülemesi, o sanatın
içinde büyüdüğü toplumun ilkel niteliği ile çelişki oluşturmaz. Bu büyüleme,
tersine, bunun sonucudur, ve o sanatın doğmuş olduğu, ve ancak doğabileceği,
yeteri kadar olgunlaşmamış toplumsal koşulların hiçbir zaman geri gelmeyeceği
gerçeğine bağlı bir büyülemedir.”
(6)
Marx, antik çağ eserlerine verdiğimiz estetik değeri
naif ve nostaljik duyarlılığımıza bağlıyor, insanlık kendini antik çağın genel
mirasçısı ilan ederek ideal çocukluğunu orada buluyor ve yüceltiyor. Doğru mu
bu? Yani biz sırf tarihsel çocukluğumuz hatırına mı bu eserleri baş tacı
ediyoruz, klasikleştiriyoruz? O zaman estetik bilincimize belli bir tarihsel
konjonktür algısının da eşlik etmesi gerekmez mi?. . Bayağı zahmetli bir iş.
Üstelik iki kat zahmetli. Bir taraftan tarihi koşulları göz önüne getirerek
eseri hoş göreceğiz, diğer taraftan eseri bu tarihsel koşullardan soyutlayarak
onu bugünümüzün de estetik değeri olarak daim kılacağız. Bugün Nazım Hikmet
şiiri yazılamaz, dili, sentaksı, üslubu, ritmi çağımızın algısıyla eşleşmez,
sözcüklerin başka çağrışımları, insanların anlatılacak başka sorunları,
konumları vardır artık. Ama Nazım Hikmet gibi
yazmanın bugün abes kaçması onun şiirinin güzelliğine halel getirmez. Bu her güzel şiirin şairine bağlı özgün
yapısıyla ilgili olduğu kadar, zaman
üstü estetik kapsayıcılığıyla da ilgili elbette. Ama Nazım’ın şiirinin
güzelliğini onun şimdiki zamanlı dikte edilen büyüklüğünden nasıl ayırt
edeceğiz? Daha doğrusu güzellik nasıl oluyor da yaşayanlar üzerinde bir şahsın
büyüklüğüne evrilebiliyor? Demek istediğim Nazım’ın şiirlerinden etkilenmeyle,
Nazım’ın büyüklüğünden etkilenme iki ayrı psikolojiye denk gelir; üstelik bu
şairin kendisinde olmayan bir düalizmden beslenir.
Güzellik
yargısının genel geçer olabilmesi için bilinçle yaptığımız tercihten başka,
bilinçdışı bir yönelimimizin de olması gerekir. Bize güzel diye sunulan bir
şeyi ‘güzel’ diye tekrar edip durduğumuz
bir yönelim... Bir eserin gerçekten güzel olmasıyla, genel bir kabulün ifadesi
olarak güzel olmasını birbirinden ayıralım. İnsanlar bir antik çağ eserine
bakarak tek tek özgün bir psikolojik süreçten geçip nihayetinde tüm bunların
derlemesi olan toplu bir estetik beğeni kazanmıyor. Hepimiz toplu bir bakışın
onaylayıcı güdümünde koroya katılıyoruz.
Ama ilgili eserin üzerimdeki özgün etkisini yeniden yorumlayarak ondaki
güzelliği yeniden ortaya çıkarmam mümkün; bu anlamda sanat eserinin
bitmemişliğini yaşarım. Ama antik çağ sanatının genel kabul olarak yüceliği
bitmiş bir şeydir, ölümsüzdür. Aslında bu yüceltme korosuna katılarak
yaptığımız şey ölümsüzlüğe kendi payımıza düşen katkıyı sunmaktır. Peki bu
başkasının ölümsüzlüğüne katkı yapmamız (bu ölümsüzlüğün aracısı olmamız) bizi
birer diğergâmlar haline mi getiriyor? –Hayır. Bunu kendi ölümsüzlüğümüzü
teminat altına almak için yapıyoruz. Burada olan ne ölüm ölümsüzlük arasındaki
mistik ilişkidir, ne de ölünün adından söz etmedir. Burada olan geçmiş, şimdi
ve gelecek zaman arasında kurulan senkronik ilişkidir. Tam da bu senkroniye en
ideal örnek Mesih’tir: Geçmişte ölmüş, Allah katına yükselmiş, ve gelecekte
yeniden dönecektir. Ama bu gelecek belirsiz olduğundan her an tahakkuk
edebilir, yani şimdiki zamanlı bir uyanıklık geçmiş ve gelecek zaman arasındaki
bağı dinamik bir şekilde saklar. Bu yüzden Mesih iddiasıyla yola çıkan bir
yığın tarikat liderinin cazibesi iki uç zamanı birleştirmesinden kaynaklanır…
Çünkü ölümsüzlük bu senkroniyle mümkündür, bu senkronize etmeyi de (buna
koordinasyon da diyebiliriz) yaşayanlar olarak sadece biz sağlarız. Sonsuzluk
bir donma eylemi, bir değişmezliktir. Geçmişin yüceliği nesnesinin yüceliğinde
değil öncelikle bu soyut yüceliğin ölümsüzlüğündedir. Geçmişi isimsiz
insanlardan oluşan bir tarih olarak hatırlamayız, tarihe ortak hafızamız
diyorsak bunu ancak Büyük Ölülerle mimlediğimiz içindir. Büyük Ölüler kendi
davalarını, eserlerini bugüne aktararak (aslında bunu yaşayanlar olarak biz
sürdürürüz), bugünün geçmişte bir kök kazanması ve aynı konuların yinelenerek
süreğenleşmesi sayesinde zamanı algılayışımıza sonsuzluk hissinin eşlik
etmesini sağlayan aracılar haline gelirler. Bu ölüm korkumuzu bastıran bir
şeydir. Tıpkı 12. ayda kış mevsiminin her sene gelmesi gibi. Bunu bilmek,
öleceğimizi bilsek bile gelecek planları yaptığımız bir güven duygusuyla
ilişiktir.
Büyük
Ölülerin ölümsüzleştirilmesi ölüm korkusunu sosyal bir aidiyet içinde bertaraf
etmeyi sağladığına en iyi örnek savaşlardır. İnsanlar öleceklerini bilirler ama
davaları sonsuza dek yaşar.
Büyük
Ölülerin ölümsüzleştirilmesinin bir de etik boyutu var. Büyük Ölünün mükemmelleştirilmesi için yapılan
maddi ve manevi yatırımın bu yanı direkt görülmez. Büyük Ölüler eşitlikçidir.
Kendileri eşitlikçi oldukları için değil, yaşayanlar onu emsal göstererek onun
eşitsiz büyüklüğü altında eşit olma imkânını elde ettikleri için. Buradaki
eşitlik itidali, yaşayanların kendi aralarındaki eşit olma ihtimalleri değil,
aksine kendi aralarındaki eşitsizliğe ancak Büyük Ölülerin tüm yaşayanlara
üstünlüğünü dikte ederek tahammül edebilmeleridir.
Eşitlik
negatif bir erdemdir: Hem üsttekinin alttakine gösterdiği teveccüh biçiminde,
hem de alttakinin üsttekini feragat etmeye zorlamasıyla. Ama sınıflı
toplumlarda karşılıklı eşitlik yoktur, bir üçüncünün iki taraf üstündeki
hakem(hakim=egemen) konumu kabul edildiğinde eşitlik ortak bir talep olabilir.
Hiç şüphesiz ilk akla gelen kanun önünde eşitliktir. Ama kanuna gelene kadar
eşitliği bozan birçok etmen yürürlükte. Kaldı ki kanun karşısına çıkmak negatif
karakterli eşitliğin vardığı en son noktadır. Eşitlik en çok benzerler arasında
güçlü bir dürtüdür. Benzerlikten kastımız sınıf ve statü konumu elbette.
Alçakgönüllülük
de eşitlik referanslı negatif bir erdem değil midir? Üstteki alttakine
alçakgönüllü davranabilir ama tersi olmaz. İnşaat işçisi müteahhide
alçakgönüllü davranamaz. Örneğimizi daha da somutlayalım: yirmi yaşlarında
enerjik, sağlıklı, sportmen bir inşaat işçisi; yaşlı, hastalıklı ama zengin
müteahhit karşısında alçakgönüllü olamaz. Bu davranış ona yasaklandığı için ya
da görgüsüzlük olarak karşılanacağı için değil, alçakgönüllülük ancak
müteahhidin statüsünü doğruladığı için böyledir. Alçakgönüllülük müteahhidin statüsünün bir
uzantısı, ama ruhsal bir uzantısı değil, konumu gereği hak ettiği bir davranış
olarak uzantısıdır. Alçakgönüllülük hiç de öyle her içinden gelenin “iyi” olmak için başvuracağı anonim
huylarımızdan değildir, alçakgönüllü olmak için deyiş yerindeyse sertifika
gerekir. Alçakgönüllülük zıttı gibi görünse de gizli bir kibri besleyebilir. Bu
negatif erdemi sevgiden nasıl ayırt ederiz öyleyse? Alçakgönüllülükte diğerine
gösterilen teveccüh dolaylama kendini sevmeye dönüşür.
Büyük
ölülerin yüceltilmesinin arkasında ‘eşitlik’ dürtüsünün olduğunu söylemek ilk
başta ilginç gelecek. Çünkü bir ölünün büyüklüğü ile onu yüceltenler arasında
eşitlik aramak paradokstur. Ama biz Lacan’ın ‘Büyük Öteki’ kavramını ‘Büyük
Ölü’ kavramıyla yer değiştirerek Tanrı üzerinden ne demek istediğimizi
göstermeye çalışalım.
Tanrı,
Büyük Ötekilerin en büyüğüdür. Tanrı’nın büyüklüğü deneyimlenerek elde edilen
bir bilgi değildir; her şeyden önce bir bilgi değildir, bir arzudur. Tanrı’nın
varlığına inanç, bir mantık çıkarsamasından çok, evrenin ve zamanın
başıboşluğuna karşı insanın bir düzen arama ihtiyacına karşılık gelir. Ama bu
da sorulara sadece kestirmeden karşılık veren bir bilgidir. Bu bilgiyle ne
yapacağımızı bilemeyiz; bu bilgiyle kalsaydık başıboşluktan kurtulamazdık yine
de. ‘Tanrı evreni ve canlıları yarattı…’ Eee sonra? Bu bilgiyi niçin verdiğin
bilginin kendisini önceler. Tanrı’nın büyük olduğunun söylenmesi Tanrı’yı yüceltmek
için değil, insanları aşağılamak içindir. Biz aşırı yüceltilmiş bir Tanrı
sayesinde “eşit” hale gelebiliriz ancak. Aramızda eşit olmasak bile Tanrı
katında eşit olmamız için herkesin onun en büyüklüğünü teslim etmesi gerekir:
‘Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var.’ Bu “eşitlik” elbette bir
yanılsama. Çünkü bu kez de Tanrı’nın en büyük olduğu tesliminin yanında ona en
yakın benim, ya da onu ben temsil ediyorum gibi seküler bir büyüklük yürürlüğe
sokulur. Peygamberlerin ömrü Tanrı’nın varlığını ispatlamakla değil,
kendilerinin peygamber olduğu iddiasıyla geçmiştir: ‘En Büyük Ötekiye en yakın
benim.’ Böylelikle ortaya seküler en büyük olanağı çıkar.
Büyüklüğün
mühendislik tarafı hiç eksik olmaz. Silsile halinde devam eder. Peygamber
öldükten sonra bu kez de peygambere en yakın olanların iddialarıyla yeni
büyüklük olanağı doğar. Dikkat edelim peygamberin en büyük ilan edilmesinin
mutabakatı üzerinde döner bu çabalar. Acaba burada alçakgönüllülükle
mütevazılık arasında bir ayrım yaratabilir miyiz? Alçakgönüllülük denilen erdem
daha baştan Ölü-Büyük’ün müritlerine gösterdiği örnek davranışken mütevazılık
Ölü Büyük’ün en büyük olarak kabul edilmesiyle kurulur. Sonra bu mütevazılık
kavramın anonimleşmesiyle ‘haddini bilmek’ biçiminde yaygınlaşır ve itaat
haline gelir. Kime itaat? Ölü-Büyük’ün büyüklüğünü silsile halinde devam
ettiren canlı büyüklere. Alçakgönüllülük bir tercihken, mütevazılık sosyal bir
dayatmadır.
Sarıyer Rumelifeneri Köyü’nün mezarlığına girince sağ çaprazda bir mezar taşı dikkatimi çekmişti vaktiyle. Üzerindeki yazı yüreğime işlemişti: ‘Kimsesiz Fatma.’ Bu yazıyı yazarken aklıma geldi, sahi kimin nesiydi bu Kimsesiz Fatma? Rumelifeneri’nde yaşayan öğrencim Ali Aslan’ı aradım, benim için köyün yaşlılarından bir bilgi alabilir miydi? İşte Ali Aslan’ın topladığı bilgi: “1960’lı yıllarda Rumelifeneri Köyü’nde vefat ettiği tahmin edilmektedir. Kadın köye çalışmaya gelmiş. O zamanlar köyde balık ağları tamiratı işleriyle kadınlar uğraşıyormuş. O da bu işi yapmış. Rumelifeneri Köyü’ne yerleşmiş fakat ne evlenmiş ne de çocuğu olmuş. Kimsesiz Fatma en çok karanlıktan korkarmış. Öldüğünde mezarının üstüne ışık konmasını bile istemiş. Fakat köy halkı buna pek sıcak bakmadığından ışık konmamış mezar taşına...”
Sarıyer Rumelifeneri Köyü’nün mezarlığına girince sağ çaprazda bir mezar taşı dikkatimi çekmişti vaktiyle. Üzerindeki yazı yüreğime işlemişti: ‘Kimsesiz Fatma.’ Bu yazıyı yazarken aklıma geldi, sahi kimin nesiydi bu Kimsesiz Fatma? Rumelifeneri’nde yaşayan öğrencim Ali Aslan’ı aradım, benim için köyün yaşlılarından bir bilgi alabilir miydi? İşte Ali Aslan’ın topladığı bilgi: “1960’lı yıllarda Rumelifeneri Köyü’nde vefat ettiği tahmin edilmektedir. Kadın köye çalışmaya gelmiş. O zamanlar köyde balık ağları tamiratı işleriyle kadınlar uğraşıyormuş. O da bu işi yapmış. Rumelifeneri Köyü’ne yerleşmiş fakat ne evlenmiş ne de çocuğu olmuş. Kimsesiz Fatma en çok karanlıktan korkarmış. Öldüğünde mezarının üstüne ışık konmasını bile istemiş. Fakat köy halkı buna pek sıcak bakmadığından ışık konmamış mezar taşına...”
(1) Heidegger, Düşünmek Ne Demektir?
Çev. Rıdvan Şentürk, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2009, s.58
Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt,
Çev. Turan Oflazoğlu, MEB Yayınları, İstanbul 1997, s. 157… Aynı paragrafın bu
kitaptaki çevirisi şöyle: “Öç ruhu, evet, yalnızca şu: istemin zamandan ve
zamanın “böyle idi”sinden tiksinmesi.”
(2) James Joyce, Dublinliler, Çev.
Murat Belge, İletişim Yayınları, s. 236, 1. Baskı, İstanbul 1987
(3) Bu şarkıyı Youtube’dan
dinleyebilirsiniz. Hakikaten de insana kaybolmuş bir şeyleri hatırlatan hüzünlü
bir şarkıdır: http://www.youtube.com/watch?v=43q-ZeMhFaQ
(4) Seküler ölümsüzlüğe, öldükten
sonra ismin yaşaması örnek verilebilir. Uhrevi ölümsüzlük ise daha basit
görünmesine rağmen daha karmaşıktır: “Her canlı ölümü tadacaktır.” Bu sözü
söyleyen Tanrı şöyle demeye getirir: ‘Ey insanlar kendi kendinize öldüğünüzü
sanmayın, sizi ben öldürüyorum.’ Tanrı ölümsüzlükle ölümün biteviyesizliğini
kendi hâkimiyeti olarak dayatır. Ama inancı hevese çeviren asıl hâkimiyet
insanın yeniden diriltileceği vaadi üzerine kuruludur.
(5) Karl Marx, Kapital, 1. Cilt, s.239
Çeviren, Alaattin Bilgi, 1. Baskı, Sol Yayınları 1978,
(6) Karl Marx, Grundrisse cilt 1,
s.47, Çev. Arif Gelen, Sol Yayınları 1. Baskı, Ankara 1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder