“(…)bas sesleri en uzak köşeden bile duyulabilen walkmenlerine
başlarıyla tempo tutan mankafalar…”(1)
Cees Noteboom’un Bütün Ruhlar
Günü adlı romanında geçiyordu bu söz, ayraç ortalarda bir yerde kalmıştı ve ne
zamandır ara vermiştim bu kitabı okumaya. Bu satırların altını çizmiştim, bal
gibi hatırlıyorum. Bu sözde ne ince bir fikir ne de hoş bir betimleme vardı,
sadece aynı durumda aynı tepkiyi gösteren bir yandaş (duygudaş) bulmuştum
kendime. Yazarın öfkesine hısım olmuştum.
Şöyle düşündüm: insan sorun
ettiği bir şeyi yazmalı asıl. Akademik
düşünmeden farklı olarak insanın kişiselleşmiş bir sorununun etrafında kafa
yormasının özgürleştirici bir tarafı da var. Bakın insanın ele aldığı bir
sorunun ister istemez kişiselleşmesinden söz etmiyorum, çıkış noktası olarak
(mahreç) kişisel sorun. İşte bu.
MÜZİK VE DUYGUSAL KÜNTLEŞME
Tabi “mankafa” tabirinin
çevirmenin bir buluşu olduğunu teslim etmem gerek. Biraz kaba ama. Sadece aptallığı
değil, aptallığın bir görünüm kazanmasını da ifade ediyor; kafada kulaklık, sanki kafanın çalışma belirtisiymiş gibi dışarıya yayılan ‘dum tıs’ sesi ve bu sesin beyne
takviye yapan bir tür motor sesini andırması. Hayır, ben bu sözcüğü
kullanmayacağım yine de. Anlatacaklarım için “küntleşme” daha uygun bir sözcük. Çünkü bir paradoksa da işaret
ediyor; yani müziğin neden olduğu duygusal coşkuya karşı yine müziğin neden
olduğu duygusal küntleşme. Ama benim
bu sözcükle yapmak istediğim (yaptığım) bir tiplemeden çok, hemen herkesin
içine düşebileceği bir durum tespitine de refakat etmek. Müzik her yerde: giyim
mağazalarında, cafelerde, toplantılarda, dizi filmlerde (dizi filmler araya
diyalog serpiştirilmiş klipler gibi nerdeyse), toplu taşım araçlarında,
trafikte, plajlarda, piknik alanlarında, okul zillerinde, Kadıköy Meydanı’nda,
Beyoğlu’nda… birinden kurtuluyorsunuz, birine yakalanıyorsunuz… Sesler hoyratça
kulaklarımıza teşne… İşkence gibi. Farkındayım işin ‘işkence’ kısmı son derece
öznel; herkes için geçerli olmayabilir. Ama ‘İşkence’ tabirini kentin gürültüsü
üzerinden dillendirseydim herkesle mutabık bir söz söylemiş olurdum. Soru şu:
Ortadoğu kentleri neden bu kadar gürültülü? Veya tersine Batı’nın büyük
kentleri neden daha az gürültülü? İnsanların birbirini dinlememesinden
kaynaklanan gürültüden söz ediyorum, diğerinin sözünü ağzına tıkayan,
yaygaracı, çığırtkan gürültüden. Hiç de enflasyondan, gayri safi milli
hasıladan, Kürt sorunundan daha önemsiz değil. Ve müziğin bu gürültüye
“katkısı” ne? Salt müzik olarak değil, müzik çalma biçimiyle insan varoluşunun
ikamesi olarak müziğin rolü?
MÜZİK DİNLEME Mİ, MÜZİK ÇALMA
MI?
Yazarın sözünü ettiği walkmen
çağı, 80’ler, 90’lar; ıpod’lara, mp3’lere, müzik çalan cep telefonlarına daha
var. Bir tarihi var müziğin. İnsanlar otuz altı bin yıldan beri müzik
yapıyorlar. Benim ilgilendiğim müzik “çalma”nın tarihi. Günümüzde bir müzik
aleti çalmayı, ya da şarkı söylemeyi çok aştı müzik yapmak. İnsanoğlunun
gramofonun icadından beri müzik dinlemekle, bir müzik aleti çalma arasında ara bir evreye yerleştiğini
söyleyebilirim. Ve bu ara evre uzun
süre devam edeceğe benzer. Teknoloji aktif olanı pasif, pasif olanı aktif hale
getirmiş gibi. Hayatında hiç müzik aleti çalmamış biri, kurma kolunu çevirerek,
manipleye iğne takarak ve iğneyi özenle plağın üzerine koyarak parçayı çalar.
İnsanın müzik teknolojisiyle ilk tanışması böyle oldu. İşin ilginci insan bu “çalma” işine kendisini iyice inandırdı.
Çalacağı zamana ve çaldığı parçaya kendisi karar vererek, müzik dinleme
pozisyonundan, elinin altındaki teknolojik cihazla aktif halde müzik çalma
pozisyonuna geçti. Çaldıkları müziğe hiçbir katkıları olmadığı halde yaptıkları
işi müzik parçalarını sıraya koyma tarzlarıyla idealize eden DJ’ler bu ara evre için ilginç bir örnek
sayılabilir. Kimse söylediklerimden DJ’leri
küçümsediğim gibi bir anlam çıkarmasın. Verdiğim örnek bu müzik
“çalma” işinin ne kadar yaygınlaştığıyla ilgili.
Teknolojik müzik cihazları öncesi
insanları müzik aletleriyle ilişkisine göre ikiye ayırabilirdik: 1. Müzik
aletini çalan, 2. Müzik aletini çalanı dinleyen. Teknolojik cihaz, çalan ve
dinleyeni aynı kişide birleştirdi. Elbette bir müzik aleti çalar gibi
yeteneğini konuşturan birinden söz etmiyoruz; düğmeye basmanın, sesi açmanın ne
gibi bir meziyeti olur ki… Ama cihazla kurulan mülkiyet ilişkisi çalma kararını
da sahibine veriyordu; çalmakla dinlemek arasındaki direkt ilişkiye ek olarak
‘diğerine de dinletme’ gibi üçüncü kişileri de kapsayan bir ses eşiği çizerek.
Dinletme burada çalmanın bir türevi gibi görünüyor, dinleyen müzik cihazı
sahibinin çaldığını dinlemeye hevesli olsa bile, dinleyenin bu dışarıdan gelen sese tuhaf
biçimde maruz kaldığını henüz hesaba katmıyoruz. Burada dinleyenin de bir kararı var gibi.
Müziğin kaynağına yakın duruyor, kulak veriyor.
Müzikteki teknolojik sıçramayla diğerinin sesine maruz kalma hali bir
kişi hakları sorununu da beraberinde getirdi. Ama çok sonra. Neden çok
sonra?.. Çünkü ilk başlarda bu cihazlara
sahip olmak bir zenginlik göstergesiydi,
ses hem cihazın gösterilesi varlığına işaret ediyordu, hem de salt sesi
duyuruyordu… Ve transistorlu radyonun icadından sonra herkesin ortak dinlediği
radyodan müzikle mahrem ilişki kurduğu yeni bir özel hayat başladı. Diğeri
kaynağı dışarıda olan bu sese ya isteyerek kulak veriyordu, ya da ses eşiğinin
misafiri konumuna düşüyordu, bir tür imrenmeyle.
Bu teknolojik müzik cihazlarının
menşeinin Batı olduğunu hatırlayalım. Tabi görgüsü de onlardan geldi. Bizdeki
görgüsüzlük denilen şey, teknolojiyle davranış arasında zaman içinde kurulan ve
bir düzene oturan ilişkiyi sürekli bir ‘geç kalmışlık sendromu’yla takip
etmekten kaynaklanır: Batılıya yetişme, ama kendi hemşerisinden ileride olma
hoyratlığı. Bu görgüsüzlüğün en iyi örneklerden birini ‘Alamancı’ denilen
Batı’dan memleketlerine tatile gelen işçilerde görmemiz tam da bu yüzdendir.
Batı’dan edindiği son teknoloji harikası pilli radyo teybinin sesini kökleyerek
dolaşmaya çıkan ‘Alamancı’, komşusuna caka satar. Müzik dinlemenin aynı zamanda
dinletmeye, veya müzik dinlemenin dışarıdan gelen sese maruz kalmaya dönüştüğü
bir dönem başlamıştır artık. Müziğe maruz kalmakla, onu canı gönülden dinlemek
arasında kararsız bir denge… Müziğe
maruz kalmanın ne olduğunu biraz açayım diyorum.
Kendi kişisel tarihimle devam
edeyim:
Pikabın yeni yeni yaygınlaştığı
yıllar, 70’lerin başı. Belki on haneye bir pikap düşüyor. Pikap sahibi olanlar
da her çıkan plağı satın alamıyorlar. Kasabanın meydanına açılan bir sokakta
bir plakçı dükkânı. Sürekli müzik çalıyor, o sırada dükkânda bulunan müşterisi
için ve dışarıya reklam için; ama plağı baştan sona dinletmiyor. Sanki şöyle
demeye getiriyor, baştan sona dinlemeniz için satın almanız gerekir, film
fragmanı gibi. Ama biz sokaktan geçenler bu kadarına bile razıydık o zamanlar.
Yürüyüşümüze eşlik eden bir mezurluk dinleti bizi başka bir havaya sokmaya
yetiyordu. Sırf bu plakçı dükkânında çalıştığı için popüler olan biri vardı;
hatırlıyorum herkes ona yakın olmaya çalışıyordu, bilmiyorum belki dükkân
sahibinin olmadığı zamanlarda plağı doyasıya dinlemek için, belki plağı ödünç
de alabilmeyi umdukları için… Bir de sinema tabi; çok daha güçlü bir sesle,
film başlamadan ve film arasında müzik çalınan cennet. Son çıkan plakları
sinemada baştan sona dinlemek mümkündü. Müziğe maruz kalmakla onu canı gönülden
dinlemenin çakıştığı yıllar. Müzik onu dinleyen herkesi ortak bir mekânın
sakini haline getiriyor. Bu durum, aynı mekânda bulunmaktan daha fazla bir şey:
ortak hafıza ve ortak duygu… müziğin sesi ulaşabildiği her yeri bir mekân
olarak yeniden belirliyor. Müzik, Fareli Köyün Kavalcısı gibi herkesi bir araya
topluyor; çünkü bir armağan, bir eşantiyon… Sonra dolmuşlar var: Parfüm ve
sigara kokulu dolmuşun camına başını yaslarsın Orhan Abi (Gencebay) ninnisini
söyler, o sıralar bir sevgilin olmasa bile kafadan uydurursun, şarkı sana bir
sevgili bağışlar, “sevgilin” yanında müzik bitene kadar yolculuk da bitmesin
istersin falan…
Teybin yaygınlaşmasıyla müzik daha da
ulaşılabilir oldu, kopyalama ile herkes ucuz yoldan kendi kaset imalatını
yaptı, herkes kendi derlediği müziği dinleme imkânına kavuştu. Ama müziğe maruz
kalmanın alanı da genişledi; bunun özellikle şehirlerarası otobüs yolculuğu
yapanların başına gelmesi kaçınılmazdı. Herkesin az buçuk bir müzik zevkinin de
oluştuğu yıllar, ama ortalama dinleyici cihaz sahibinin çaldığı müziğe zevkini
uydurmak zorundaydı. Yani patronun keyfi (cihazı çalan böyle bir statüye de
otomatikman sahip oluyordu) zevk nüanslarını ortadan kaldırıyordu… İbrahim
Tatlıses’in Samuha adlı kasetinin yeni çıktığı günlerdeydi (80 öncesi). Bir gün
İstanbul’dan Kars’a düştü yolum, yirmi dört saat yolculuk. İlk kez Kars’a
gittiğim için etrafı da seyrederim diye şoförün arkasından almıştım biletimi.
Yirmi dört saat boyunca hiç durmadan bu kaset önlü arkalı çalıp durdu. Şoför
değişti, kaset değişmedi. Peki hiç yeter artık diyen oldu mu? Hayır. Peki benim
hoşuma mı gitti müzik? Hayır. Peki neden sesimi çıkarmadım? Korkumdan değil,
bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Durumu otomatikman kabullenişim yüzünden. Evet ama başka
bir şey daha var: Otobüs sahibinin (veya genel olarak firma sahibinin) yolcular
üzerinde otorite kurduğu dönemdi, yolcular şoförün tarafındaydı, yolculuk
süresince şoförün rahatlığı esastı… O yılların hemen sonrası bir makalede
okumuştum, olayın kahramanı tanınmış bir entelektüel; aklımda biri kalmış ama
yanlış hatırlama ihtimaline karşı isim zikretmeyeceğim. Yine o yıllarda şoförün
arabesk müzik çaldığı bir yolculuk sırasında kahramanımız şoföre arabesk müzik
dinlemek istemediğini söylemiş. Şoför iyi ama ben seviyorum demiş. Kahramanımız
ben sevmiyorum, müşterinin dediğini yapmak zorundasınız diye karşı koymuş.
Şoför müşteriler de seviyor, sizden başka istemeyen yok demiş. Nerden
biliyorsunuz demiş kahramanımız. Oylama yapalım demiş şoför. Belki de müzik
konusunda ilk referandum o zaman yapılmış ve kahramanımız 39’a 1 kaybetmiş.
Evet oylamanın da gösterdiği gibi böyle bir dönemden geçtik. Şimdi artık
turizm, Avrupa Birliği standartları falan derken otobüslerde, dolmuşlarda,
taksilerde yüksek sesli müzik çalmak yasak… Bununla ilgili kanunlar,
yönetmelikler var. Mevzuat dolu. Ama
müzik her yerde, eskisinden çok daha yaygın ve çok daha sırnaşık… Diğerinin çaldığı
müzik gürültü olarak algılanmıyorsa bu yukarıda sözünü ettiğim geç kalmışlık
sendromu devam ediyor demek ki… Çünkü insanlar kendilerinde de olmasını
isteyerek imrendikleri teknolojik müzik cihazlarını artık elde edebiliyorlar,
diğerinin çaldığı müziğin gönüllü dinleyicisi olmakla, müziğe emrivaki maruz
kalmak arasındaki aşamadan kendilerinin de “dinleyici”lerini yarattıkları bir
aşamaya geçtiler.
MÜZİK OLARAK GÜRÜLTÜ
Müziği gürültüyle ifade ettiğime göre
bir gürültü tanımı da yapmam gerekiyor. Britanyalı fizikçi G.W.C. Kaye “Yersiz
ses” demiş gürültü için, Alman bilim insanı Hermann von Helmholtz “sanki
birbirine karışarak kargaşaya yuvarlanan sesler” demiş. (2) Ama ben kendime
göre yapacağım bir gürültü tanımından medet umabilirim ancak. Çünkü benim
“gürültü” dediğime çoğunluk “gürültü” demiş gibi görünmüyor. Bu yüzden gürültü
konusunda daha ikna edici kriterlerim olmalı. Yani benim “gürültü” diye şikâyet
ettiğim seslerin diğer insanlar için de “gürültü” olarak algılanmasına önayak
olmalıyım.
Bunun denenmiş masraflı bir
yöntemi var… Geçtiğimiz yıllarda Çeşme
Aya Yorgi Koyu’nda villa sahibi Çelebioğlu ailesi bitişiğinde sabaha kadar
yüksek sesli müzik çalan beach cluplerle böyle bir dalaşmaya girmişti.
Çelebioğlu ailesi beach cluplere karşı kendi bahçelerine dev kolonlar kurmuş,
çok daha baskın bir sesle mehter marşı ve İbrahim Tatlıses çalmış. (3) Aldoux
Huxley’in ünlü romanının adıyla söyleyelim: Ses Sese Karşı (4) bir durum.
Kolay kolay kimsenin bütçesi bunu
kaldırmaz, daha mutedil yöntemler gerek.
Müzik çalan biriyle aramda şöyle bir
konuşma geçtiğini varsayabilirim:
Ben: Müziğinizi bana duyurmayacak biçimde çalın.
O: Müzikten hoşlanmıyor musunuz?
Ben: Müziği siz dinliyorsunuz, ben gürültü dinliyorum.
O: Siz bu kadarcık sese gürültü mü diyorsunuz? Şu otobüsün
motor sesine, şu somunu gevşemiş vidaların yol açtığı metalik seslere, şu insan
uğultusuna, şu dışarıdaki araba seslerine gürültü demiyorsunuz da müziğe mi
gürültü diyorsunuz?..
Ben: Evet, o dedikleriniz de gürültü ama gürültü sesin
karakterinde değil burada, keyfi oluşunda. Bu dediğiniz gürültülerin hiçbirine
bir şey yapamam, ama size müdahalede bulunabilirim, böylelikle siz kendi
sesinizi kısabilirsiniz, yani iradi bir gürültüden söz ediyorum.
Görgü gelişmekte olan ülkelerde
teknolojiyle eş zamanlı gelişmez. İthal edilen teknolojinin sesleri gelişmekte
olan ülkelerde daha çok çıkar. Çağımızda
dikkat dağınıklığı sendromuyla uyumlu algısal bir atmosfer: Müzik hem dinlenen
hem de duyulmayan bir şey haline geliyor, bu iki hal saniyeler içinde birbirini
takip edebiliyor. İnsanlar müzik dinlemiyor, müzik çalıyor. Bu iki durum
arasında ayrım yapmak için sözcükleri bilerek zıt anlamda kullanıyorum, kasten
abartıyorum. “Çalmak”la diğerlerinin
hayatına bulaşan bir müzik kastettiğim. Şehrin gürültülü akustiğine “katkı”
yapan müzik. Diyelim ki bu kendi iyi niyeti içinde şehrin gürültüsünü bastırmak
ya da kaçış için dinlenilen müzik olsun, ama diğerine duyurmak (dolayısıyla
diğerinin müziğe maruz kalması), müzik aracılığıyla diğeri nezdinde varolmak
bir müzik dinleme tarzı değildir, bir “çalma”dır bu. Yani yan anlamıyla da
“çalma”; diğerinin dikkatini çalma, bakışını çalma… Diğerinin bundan rahatsız
olmama hali, (nüans payını göz ardı etmeden söyleyeyim 'bağışık' hali), sorunu
ortadan kaldırmaz, sorunun duygusal coşkudan duygusal küntleşmeye giden bir
süreç içerdiğini de gösterir. Şuna benzer: Bir dönem deodarantlarda
kullanılan kloroflorokarbonların doğaya zarar verdiği
bilinmiyordu ve insanlar fıs fıs yapmaktan hoşlanıyorlardı ve bu kokuya “maruz
kalan” diğer insanlar da bundan rahatsız değillerdi ve kokuyu snıf snıf
içlerine çekiyorlardı. Ne zaman ki ozon tabakasının delindiği anlaşıldı, herkes
rahatsız da olmaya başladı ve kloroflorokarbon kullanımı yasaklandı. Buradaki
rahatsızlık duyumsal bir rahatsızlık değil, ama bu, bilinç sayesinde duyumsal
rahatsızlığı da ayartıyor. Tıpkı ter kokusunu bastırmak için kullanılan
deodarantın ter kokusuyla birleşince daha kötü kokması gibi; ama bu kötü kokuyu
algılamak için sadece iyi bir burna değil ‘sonradan görme’ denilen insan tipini
tanıyıp rahatsız olmaya da ihtiyaç vardır. Çoğu zaman insan duyusu bu sosyal
algıyı takip eder. Eğer bu sözünü ettiğim müzik-gürültüsü, gürültü olarak
algılanmıyorsa, bunun nedeni buna uygun bir sosyal görgünün (aslında
görgüsüzlüğün) yürürlükte olmasıdır. Ortadoğu şehirleri Avrupa şehirlerinden
çok daha gürültülü ve müzik bunun içinde önemli bir öğe…
Teknolojik müzik dinleme cihazları
olmadan önce müziğin yarattığı duygusallıkla, çağımızda müziğe yönelen duygusal
boşluk birbirinden çok farklı. Bir arkadaşım cep telefonunun kulaklığını evden
çıkarken unuttuğunda kaç kez telaşla yarı yoldan döndüğünü anlatmıştı. Neden bu
kadar önemli diye sormuştum. Müzik dinliyorum demişti. Peki kulaklığını almasan
evde unutsan ne hissederdin diye sormuştum. Kötü hissederim demişti.
Bu müziksiz kendini kötü hissetme
üzerinde biraz duralım; ama kendini yalnızken değil, kalabalık içinde kötü
hissederken insan müzikle bağını nasıl kuruyor, onun üzerinde… Her nesnenin
kullanımı sosyal davranışa dönüşünce
kendi ek nedenlerini de yaratır. Ve bu ek nedenler zamanla asli nedenler haline
gelir, başlangıçtaki “neden” vadesi dolunca bertaraf olur. Ama biz
davranışımızın meşruiyetini ilk neden üzerinde kurmaya devam ederiz. Yani sözel olarak; zihnin klişeye olan
yatkınlığıdır bu. Mesela müzikten hoşlanıyorum deriz. Ama kulaklıktan müzik
dinlemenin insanın kalabalıkta yalnızken içine düştüğü avare, sakar
savunmasızlıkla çok daha yakın bir ilişkisi vardır. Kulağın içindeki ses çoğullaştırıcı, boşluk doldurucu bir
etki yaratmıştır bile. İnsan ellerini devreye sokar, (dokunmatik)ses düğmesiyle
oynar, kulaklığının kablosunu düzeltir, bakışına uyuşuk, dalgın bir yön verir, bakıp
da görmeme haline düşer… Müzik müphem bir iletişim yaratıyor; kendini dayatma
ve kendi halindelik çifti içinde. Toplumsal görgü sizin diğerinin elindeki
tablet veya cep telefonunda ne yaptığını izlemenizi ayıpladığı için onun
bedensel alanı da genişlemiş olur, ama sırf sizin görme sınırlarınız daraldığı
için de. Ses bedeni hayali bir çitle kuşatıyor.
BEDENİ KAMUFLE EDEN MÜZİK
İnsanlar barlarda, cafelerde yüksek sesli
müziğin kuşatmasında birbirleriyle konuşmaya çalışıyorlar. Aralarındaki
iletişim bir yanılsamaya dayanıyor: İletişimi bütün bu hengâmenin içinde
birbirlerinin sözcüklerini havada kapmakla kurmuyorlar, iletişimi tam da
konuşmayı güçleştiren bu atmosferin kendisi sağlıyor. Mesela müzik birden
kesildiğinde nesnelerin sesiyle, kendi çıplak varlıklarıyla, kendi doğrudan
sesleriyle baş başa kaldıklarında bu fasıla derin bir sessizlik gibi gerginlik
yaratıyor. Diskoteklerde içki, dans ve asıl yüksek sesli müzik çiftlerin
birbirlerine dokunmasını hızlandırıyor, beden yüksek sesli müziğin içinde
kamufle oluyor, ya da en iyisi şöyle diyelim: beden müzikle açıklarını kapatıyor… Giyim mağazalarında biteviyesiz müzik çalar; malûm, hızlı
ritmik parçalar. Eğer bir şekilde kendimi oralarda bulmuşsam rahatsız olur ve
bir an önce çıkmak isterim. Bu yazı üzerine düşünürken mağazanın
tezgâhtarlarıyla, kasiyerleriyle, müdürleriyle konuştum. Neden sürekli müzik
çalıyorsunuz diye sordum. Müzik güzeldir dediler, konsept dediler, canlılık
veriyor dediler, müşteriyi rahat hissettiriyor vb dediler. Peki bunun için
müşteriyle bir anket çalışması mı yaptınız diye sordum. Hayır, böyle bir anket
çalışması hiçbir yerde yapılmamıştı. Batı’da müzik müşteri ilişkisine yönelik
deneyler, gözlemler yapılmış. Mesela hızlı müzik müşterinin de temposunu
artırıyor, onu parasını savuracak bir havaya sokuyor, reyonlar arasında özgürce
dolaşırken ona panoptik (gözetlenme hissi) bir duygu da veriyor, ama flu bir
duygu bu, daha çok sesin mekâna hükmetmesiyle ve ancak alışveriş yaparsa
oradaki varlığını güvenceye alacağıyla ilgili bir duygu. Dikkat edelim müzik
müzik değil burada, manipüle edici bir dış ses. Yabancılaştırma(die Verfremdung) efekti değil,
yabancılaşmanın(die Entfremdung) ta
kendisi… Ama ‘geç kalmışlık sendromu’yla
çifte yabancılaşma: hem müziğe yabancılaşma, hem de Batı’dan aldığı bu
uygulamanın orijinalitesine (nedensel bilgisine) yabancılaşma.
Fransız psikolog Nicolas Gueguen 2010
yılında yaptığı bir deneyde yaşları 18-20 arasında olan 87 kızın kendileriyle 5
dakika süreyle kek veya bio-kek üzerine konuşan bir adamın konuşma sonunda
yaptığı bir şeyler içme ve telefon numarasını verme teklifini o sırada fonda
çalan müziğe göre değerlendirdiklerini görmüş. Kızların %52’si romantik müzik
çalıyorsa teklifi kabul etmiş, ama başka bir müzik çalınca ancak %28’i. Müzik
alışveriş davranışlarını da etkiliyor: Leicester (İngiltere) Üniversitesi’nden
Adrian North’un 1997 yılında bir süpermarkette yaptığı araştırmada müşterilere
akordiyonla çalınan Fransız parçaları ve üflemeli çalgılarla Alman parçaları
dinletilmiş. Sonuç: Fransız müziği çalıyorsa müşterilerin %77’si Fransız
şarabı, Alman müziği çalıyorsa %73’ü Alman şarabı almışlar. Müzik içkiyi daha
çok içirtir: Yine Nicolas Gueguen tarafından bira içen erkekler üzerinde
yapılan bir araştırma (2008): Alçak sesli müzikte 15 dakikada bir bira, yüksek
sesli müzikte 12 dakikada bir bira. Ama araştırmacı bir tereddüde düşmüş; acaba
yüksek sesli müzikte heyecanlandıkları için mi çok içiyorlar, yoksa
konuşamadıkları için mi? (5)
Tüm bu işlevselliği yanında müzik bir
taklit imkânı da sağlar: Üst sınıfların ya da imrenilesi grupların dünyasını
kendi ruhlarına katmak için. Müzik bu ruhun sınıfsal geçişlerini taşır; video
klipler, müziğe eşlik eden bir hayal dünyası klişesi de üretirler.
MÜZİK=AKUSTİK GÖLGE
Kanadalı besteci ve akustik bilimci Murray R. Schafer, kentlerde duyulan
seslerin üçte ikisinin insan ve teknolojik seslerden oluştuğunu söylemiş ta
1971’de (6). Bunun ne kadarının insan sesine, ne kadarının teknolojik müziğe
ait olduğunu bilmek de ilginç olabilirdi. Darwin hayvanlarda oynak olan kulağın
insanlarda evrimsel süreçle nasıl güdükleştiğini, neden sabitleştiğini
açıklamıştı. İşittiğimiz ses bize tanıdık
geliyorsa, kulağımızı radar gibi çevirmemize, ayrıca başımızı o yana döndürmemize
gerek kalmıyor.(7) İnsanın duyumsal evrimi işittiklerini zihinsel
bir yetiyle kendi içinde görselleştirmesiyle uyumlu. İşittiği şeyi görmesine
gerek kalmıyor. Yan bakışlarla görebiliyor, ya da işittiği varlığı farz
edebiliyor. Yani kulak yarı göz gibi de çalışıyor. Hayvanlarda olduğu gibi
tehlike uyarılarını alan, ya da avını tanımlayan işitme değil bu; hayır, demek
istediğim böyle bir göz kulak koordinasyonu değil. Bir varoluş biçimi; kendi
sesi ve diğer seslerin koordinatları içinde kendini var hissetmek. Orhan
Veli’nin ‘İstanbul’u Dinliyorum’ şiirinde ses algısının anında panoramik
algıyla yer değiştirmesi gibi mesela… Bu yüzden İnsanın sesini duyurmasının, bağırmasının
tüm tarih boyunca değişmeyen bir dürtüyle devam ettiğinden emin olabiliriz. Ama
zaman sonra şöyle bir fark belirleyebiliriz: Eskiden bağırmak uzakta olan bir
insana seslenmekken, modern yaşamda bağırmak civardaki sesleri bastırıp sözü
diğerine iletmek içindir. Birincide ses mesafeyi aşar, ikincide başkalarını. Ve başkalarını meşru
biçimde aşan müziktir ses. Müzik gürültü olmadığı “kulağa gelen hoş ses” ön
bilgisiyle yerli yersiz çalındığı için gürültüdür bizzat. Aslında
bu sesin müzik olarak adlandırılması bir yanılsama. Sesin kaynağını tanımakla
ilgili bir duyumda bulunuyoruz sadece ve bu tanıma elimizde kalıyor. Sesin
dayanağının müzik olduğunu bilmemiz, sesi “müzik” olarak bağışlamamıza yetiyor
belki de. Gürültüye bağışık olmakla bağışlamanın çakışması… Oysa kulağımıza
çalan sadece müzikten arta kalan bas seslerin ritmik vuruşları. Sesin
karakteristiği açısından böyle, ses kaynağından uzaklaştıkça tiz seslerin zayıf
dalga boyları eleniyor bas sesler baki kalıyor.
Dünyanın bütün müzik parçalarını bir ritimde eşitleyen monoton bir ses duyuyoruz:
aslında sadece şiddet.
Dışarıya ses taşıran (yüksek sesli müzikle)
kişi kendi bedenine gönderme yapar, talep ettiği esas olarak duyulabilirlik
değil sesle değişken panoramik algı sayesinde görülebilirliktir. Ses anlamını
görülme talebi üzerine kurar.
Beşiktaş-Kadıköy Vapur İskelesi’nin salonuna
giriyorsunuz (fark etmez her iki yaka da olabilir), duyduğunuz şey bir uğultu.
Yanınızdakiyle konuşmuyorsanız (ya da yalnızsanız) civardaki seslerin ancak bir
kısmını anlayabiliyorsunuz, duyduğunuz sözcükler cümleyi tamamlatmıyor size. Uğultu
konuşanların mahremiyetini koruyan (güvenceye alan) bir örtü ses haline
geliyor. Bu durumda ‘ses kulağa karşı’… Herkesin konuştuğu bir ortam uğultuya
dönüşüyor; bunun bilimsel açıklaması, ses dalgalarının aynı anda kulağa gelmesi
ve ses kaynaklarının birbirinden ayırt edilmemesidir… Kontra bir duruma bakalım
bir de: Ormanda yürüdüğünüzü düşünün, kuşlar birbiri ardı sıra öterler, bu
sadece farklı ağaçlarda olmalarından kaynaklanmaz, kuş öterken diğer kuşu arar
ya da biri diğerinin ötüşüne karşılık verir, bir ses örüntüsü oluşur. Uğultuya
karşı ses örüntüsü…
Kulaklık takmış bir yığın insan, kendi
dünyalarında şehrin akustiğine karşı müzik dinliyorlar belli ki. İşte
huzursuzluk yeniden başlıyor: İçlerinden birkaçı sesi köklemiş, dışarı taşan
‘dum tıs!’ sesleri. Ses kulaklıkla iç çamaşırı gibi mahrem bir hüviyete
bürünüyor. Sesi kökleyerek içine daha çok çekerken dışarı da taşırıyor, ilgili
kişi yüksek volümün yarattığı bir tür uyuşmayla dışarı taşırdığı bu sese karşı
kayıtsız. Sesin bu taşkınlığını hınzırca biliyor belki de, ama ses o sırada
içinden geçenlermiş gibi dış dünyaya karşı sağırlaştırıyor onu. Bütün bu uğultunun içinde bu ses kendi aleyhime
kulağım tarafından filtre ediliyor ve kulak zarımı titretiyor. Kabul etmeliyim
ki, tek tük insan ancak sesi bu kadar açıyor, ama kimse müdahale etmediği için
baskın ses bu ‘Dum tıs’ sesi. Bu uğursuz ses herkesin içinde bulunduğu ortamın
da sesi haline geliyor. Dolayısıyla öfkeli sessiz dünyamda herkesi bu menfur
sesle işbirliği yapmış gibi görüyorum… Nasıl bir ses bu?.. Bütün dikkatimi ele
geçiren bir ses. Mekanik bir gürültü olsa iyi;
gürültüden öte bir şey. Mesela vapurun motor sesi, desibeli çok daha
yüksek ve yolculuk süresince durmadığı halde, bu ‘Dum tıs’ sesinin rahatsız
ediciliğinin yanına bile yanaşamaz. Zihin zorunlu gürültüleri optik olarak
dengeler, kör gürültüye dönüştürür, yani hayal dünyamız gördüklerimizle
şimdileşir, ya da gördüklerimiz üzerinden eğretileme yapar bizi başka zamanlara
götürür. Ama bu ‘Dum tıs’ sesi zamanı mutlak olarak şimdileştiriyor, ve bu
şimdiki zaman “müziğin” monoton ritmiyle bitmeyen bir şimdiki zamanda patinaj
yapıyor… Mesela fon olarak çalınan müzikte, ne bileyim bir film müziğinde
zihniniz kulağınızın önündedir, ama sizden kendi varoluşunu talep eden, size
karışan, musallat olan “müzik” sizin önünüzdedir… Aslında beni gerçeğe
götürecek soruyu hâlâ sormadım. Belki de sırası. Soruyu ben kendi açımdan, yani
kendi rahatsızlığımı merkez alarak sordum. Şimdi tersini yapmalıyım: Neden
yüksek sesli müzik veya genel olarak şehrin gürültülü akustiği önemli bir sorun
olarak görülmüyor?.. Ya da rahatsız oldukları halde onları bunu söylemekten
alıkoyan ne?.. Evet bu son soruya hemen verecek cevabım var. Çünkü bu soruyu
çevremde herkese sordum. Bu ufunetli (evet bu ses için bütün kötülük
çağrıştırıcı sözcükleri kullanacağım) sesten ya yeteri kadar rahatsız
olmuyorlardı, ya da bunun gelip geçici olduğunu düşünüyorlardı. Ama gelip
geçici olan sadece diğerleri değildi, kendilerini de öyle görüyorlardı.
Mekânsal mıydı bu gelip geçicilikten kastedilen? Hayır zamanın gelip geçiciliğini
de telafi edici (alışkanlık kazandırıcı), önemsizleştirici bir temenni olarak
yaşıyorlardı. Rahatsızlığın geçmesini istemek zamanın geçmesini istemekle
özdeşleşiyordu. Trafikte bas seslerini sonuna kadar açmış Şahin veya Doğan
gibi, veya camları filmli modifiye edilmiş otomobiller gibi, yine aynı ritmde
ve çok daha yüksek: ‘Dum tıs!’ Ve kimsede tıs yok.
MÜZİĞE MARUZ KALMAK
Şöyle mesela: “Evde birinin piyano çalmasından o kadar korkuyorum ki, bu olduğunda,
tıngırtı bittikten sonra da hâlâ devam ediyormuş gibi bir tür halüsinasyona
kapılıyorum. Bunun tamamen benim hayalimde olduğunu bildiğim halde sesleri açık
seçik işitebiliyorum.” (8)
Sarıyer’e
bağlı bir sahil köyündeyim. Havalar ısınmaya başladı mı, müziklerinin seslerini
açmış arabalar tepelere park ederler. Sesleri “dum!.. dum!..” diye evimin
içinde yankılanır. Üç seçeneğim vardır: yaz günü pencerelerimi kapatmak, gidip
konuşmak, ya da jandarmayı aramak. Birinci ve üçüncü seçeneğin işe yaramadığını
biliyorum: pencereyi kapatıp ailecek sıcağa katlanmayı seçsek bile ses derinden
yankımaya devam ediyor. Jandarmanın elinde desibel ölçer alet olmadığı için
ceza kesemiyor, müzik çalanlar bunu biliyor ve jandarma gittikten sonra inadına
sesi daha çok açıyorlar. Geriye gidip konuşmak kalıyor. Gidiyorum, konuşuyorum.
Evimi gösteriyorum. Sesin oraya ulaşabileceğine inanmayanlar çıkıyor. Akustiği
anlatıyorum onlara, ses dalgalarını, Cevabını bildiğim bir soru olduğu halde
onlara 1950’lerden kalma bu eğlence modelini neden sürdürdüklerini soruyorum
nazikçe. Velhasıl sesi kesiyorlar. Ama on beş dakika sonra yeniden açıyorlar.
Her seferinde şaşmaz biçimde böyle oluyor bu. Denenmiştir.
Birinden rahatsız olma ile rahatsız olduğunu
söyleme, bir gerçek ve o gerçeğin yalın ifadesi gibi algılanabilir. Ama değil. Dil, yalın ifade olarak rahatsızlığın doğal
bir uzantısı gibi kurulmaz burada. Mesela başınız ağrır ve ‘Başım ağrıyor’
dersiniz. Ama birinin dinlediği müzikten rahatsız oluyor ve bunu
dillendiriyorsanız, söyleme biçiminiz son derece nazik de olsa diğerinin
cezasını da kesmiş olursunuz. Söylemek sadece kendini ifadeyle sınırlı kalıyor
görünse de, olumsuzlama olarak diğerini de ifade eder. Çünkü diğeri size rahatsızlık veren bu eylemi; haz aldığı için, kendini tutamadığı için, alıştığı için, öyle rahat ettiği vb
için yapar, sizin uyarınızla eylemine son verecekse kendi rahatlığından
vazgeçmiş olacaktır, öte yandan kendine çeki düzen vermek gibi bir yaptırıma
boyun eğecektir, bu bir duruş bozgunudur da. Tersi bir durumda şöyle de
söyleyebiliriz: Diğerinin çıkardığı sesi “gürültü” olarak algılamak bir
hiyerarşi talebidir. Gürültü çıkaran bir hiyerarşiye göre davranmasa da,
gürültüye katlanan kendini mütevekkil kıldığı oranda hiyerarşinin alt
basamağında görür. Öte yandan rahatsız olmak bunu söyleme imkânını da içerir.
Aksine eğer rahatsız olduğunuzu diğerine söylemekten kaçınırsanız daha çok
rahatsız olmazsınız, daha çok tahammül etmiş de olmazsınız, sineye çeker ve bir
süre sonra da kanıksamış olursunuz. Ama bu kanıksama, ifade etme ile sineye
çekme arasındaki bocalamanın ardından gelmedi, böyle bir bocalama bir an
dışında belki de hiç yaşanmadı. Böyle bir bocalamanın yaşanması için bunun
etraftan sık sık ya da arada bir tekrarlanması gerekir. Peki nedir o zaman bu
diğer insanların rahatsız olmama durumu?.. Burada ‘kanıksama’ ile ‘alışma’
sözcükleri arasındaki farkı belirginleştirebilirsek bu genel ruh halini
(rahatsız olmama) anlayabiliriz. İki sözcük arasında sanki biri diğerinin
sonraki kademesiymiş gibi bir ilişki var. İnsan sanki önce kanıksar, sonra
alışır gibi. Çünkü kanıksama, tepkisizlik; alışma, huy edinme ve uyum gösterme
davranışlarını zincirleme birbirine bağlamış görünür. Ancak bir sorunumuz var:
Acaba kendi tepkisizliğimize mi alışıyoruz, yoksa ele aldığımız müptezel ritmik
seslere mi?.. Çünkü insanın bu rahatsız olmama halinin dönüşüp dönüşmeyeceğini
(uykusundan uyandırılıp uyandırılmayacağını) bilmeye ihtiyacım var… Tepkisizlik
salt korkudan olamaz, bu bir yerden patlak verirdi. Oysa alışmak sorunu ortadan
kaldırmadığı gibi, kişiyi sorunun bir parçası haline getirir.
Bence tepkisizlik çok daha temel bir hususla
ilgili: Bireysel hakları bilip bilmemekle…
Ve bu hakları yaşayıp yaşamamakla…
İstanbul’da yeni çıkan belediye otobüslerinde
orta kapının sağındaki panelde yolcu davranışlarına ilişkin bir takım uyarı
işaretleri yer alır. Bunlar arasında kulaklıktan taşan müzik de temsili olarak
gösterilmiştir. Bu bir Batı görgüsü ve o levha bir Batı standardı olarak oraya
konmuş. Ortadoğuluların aklına böyle bir şey gelmez.
Her toplu taşım aracına bindiğimde kulaklığından dışarıya yayın yapan en az bir adölesan bulunur. Adölesan diyorum, çünkü böyle dandik bir ses yayan kafa adölesanlık yaşını da uzun bir evreye yaymış demektir…
Bireysel haklar açısından soru basit: Dinlediğin müziği bana neden dinletiyorsun?.. Üstelik ara sesler elenmiş, basla tiz arasında garip bir tını; müziğin artığı, molozu diyebileceğim bir tını havada salınıyorken… Bu insanları uyardığımda dışarıya ses yaydıklarının farkında değillermiş gibi bir tavır takınıyorlar, ama bu tavrın içinde rahatsız olacak ne var ki diyen ukala bir serzeniş de var. Sanki bireysel haklar arasında bir savaş yaşanıyor. İlgili kişinin müzik dinleme hakkı ile benim kafamı dinleme hakkım savaşıyor. Tabi burada benim diğerinin müzik dinleme hakkına halel getirecek bir müdahalem yok. Ama bunu söyleyene de rastlamadım değil: ‘Sen benim müzik dinleme özgürlüğüme karışamazsın!’ diyen bir genç kız çıkmıştı mesela… Yüksek sesli müzik dinleyenlerin ruhsal durumu sese maruz kalıp hiçbir müdahalede bulunmayanların ruhsal durumuyla çakışıyor. Yüksek sesli müzik çalmanın sinemada kötü karakterin arazlarından biri oluşuna delalet eden iki örnek film geliyor aklıma. Biri Harvey Keitel’in başrolünü oynadığı Citiy of Industry(8) filminde kötü soyguncu karakteri oynayan Stephen Dorff’un otomobili kullanırken yüksek sesli müzik çalması, diğeri Keanu Reeves’in başrolünü oynadığı John Wick (9) filminde Rus Mafya şefinin psikopat yeğeninin arabasıyla benzin istasyonuna yüksek sesli müzikle girmesi. Bas seslerin etrafa yaydığı şiddet, kötünün içinde debelenen şiddetin ikame sesi… Müzik artık, duygusallık yaratan, insanları karakterize eden bir araç değil sadece, toplumsal bir dışavurum alameti aynı zamanda.
Her toplu taşım aracına bindiğimde kulaklığından dışarıya yayın yapan en az bir adölesan bulunur. Adölesan diyorum, çünkü böyle dandik bir ses yayan kafa adölesanlık yaşını da uzun bir evreye yaymış demektir…
Bireysel haklar açısından soru basit: Dinlediğin müziği bana neden dinletiyorsun?.. Üstelik ara sesler elenmiş, basla tiz arasında garip bir tını; müziğin artığı, molozu diyebileceğim bir tını havada salınıyorken… Bu insanları uyardığımda dışarıya ses yaydıklarının farkında değillermiş gibi bir tavır takınıyorlar, ama bu tavrın içinde rahatsız olacak ne var ki diyen ukala bir serzeniş de var. Sanki bireysel haklar arasında bir savaş yaşanıyor. İlgili kişinin müzik dinleme hakkı ile benim kafamı dinleme hakkım savaşıyor. Tabi burada benim diğerinin müzik dinleme hakkına halel getirecek bir müdahalem yok. Ama bunu söyleyene de rastlamadım değil: ‘Sen benim müzik dinleme özgürlüğüme karışamazsın!’ diyen bir genç kız çıkmıştı mesela… Yüksek sesli müzik dinleyenlerin ruhsal durumu sese maruz kalıp hiçbir müdahalede bulunmayanların ruhsal durumuyla çakışıyor. Yüksek sesli müzik çalmanın sinemada kötü karakterin arazlarından biri oluşuna delalet eden iki örnek film geliyor aklıma. Biri Harvey Keitel’in başrolünü oynadığı Citiy of Industry(8) filminde kötü soyguncu karakteri oynayan Stephen Dorff’un otomobili kullanırken yüksek sesli müzik çalması, diğeri Keanu Reeves’in başrolünü oynadığı John Wick (9) filminde Rus Mafya şefinin psikopat yeğeninin arabasıyla benzin istasyonuna yüksek sesli müzikle girmesi. Bas seslerin etrafa yaydığı şiddet, kötünün içinde debelenen şiddetin ikame sesi… Müzik artık, duygusallık yaratan, insanları karakterize eden bir araç değil sadece, toplumsal bir dışavurum alameti aynı zamanda.
Oysa müzik saf haliyle şuydu: “Bir Beethoven sonatında
değerli olan şey nedir? Notalar dizisi mi? Beethoven’in onu bestelerken
hissettikleri mi? Dinlenildiğinde insanda oluşan zihin durumu mu? ‘Bunu şöyle
cevapladım,’ demişti Wittgenstein, ‘bana her ne söylenirse söylensin
reddederim. Bunun nedeni açıklamanın yanlış olması değil, bir açıklama olması olurdu.’” (10)
Kulaklıktan taşan ya da uzaktan gelen dum dum ritmik seslerin "müzik" sözcüğüyle ifadesi paylaşılmış bir yanılsama. Asıl "müzik" sözcüğüyle ilgili bir sorunumuz var. Müziğin yakınında duran için bu sözcük doğrudur, ama uzağında olan için bu sözcük sadece sesin kaynağını ifade eder, gerçek etkisini değil. Izgara yakan için ateş etleri pişirir, hemen yakında asılı çamaşırı olan biri için ateşin isli kokusu kirleticidir. Etleri pişirenin şöyle dediğini farz edelim: 'Yaktığım ateş sizin çamaşırlarınızı da kurutuyor.' Burada garabet sırıtırken, sırf "müzik" sözcüğünün kapsama alanı yüzünden ilkinde aynı garabet görünmüyor. Oysa fizik kanunu gereği ses kaynağından uzaklaştıkça dönüşüyor; artık bu ses molozuna müzik dememiz bir dil hatası. Nasıl ızgaradan yayılan dumana kömür demiyorsak, dum dum sesine de müzik dememeliyiz.
Kulaklıktan taşan ya da uzaktan gelen dum dum ritmik seslerin "müzik" sözcüğüyle ifadesi paylaşılmış bir yanılsama. Asıl "müzik" sözcüğüyle ilgili bir sorunumuz var. Müziğin yakınında duran için bu sözcük doğrudur, ama uzağında olan için bu sözcük sadece sesin kaynağını ifade eder, gerçek etkisini değil. Izgara yakan için ateş etleri pişirir, hemen yakında asılı çamaşırı olan biri için ateşin isli kokusu kirleticidir. Etleri pişirenin şöyle dediğini farz edelim: 'Yaktığım ateş sizin çamaşırlarınızı da kurutuyor.' Burada garabet sırıtırken, sırf "müzik" sözcüğünün kapsama alanı yüzünden ilkinde aynı garabet görünmüyor. Oysa fizik kanunu gereği ses kaynağından uzaklaştıkça dönüşüyor; artık bu ses molozuna müzik dememiz bir dil hatası. Nasıl ızgaradan yayılan dumana kömür demiyorsak, dum dum sesine de müzik dememeliyiz.
Bu yazıyı
yazarken ses yalıtım ürününü tanıtan bir firmanın ilanıyla karşılaştım.
Rasyonel düşününce bir ses yalıtım ürününün pazarlanmasında hedef kitlenin
sesin kaynağına yönelik belirlenmesi gerekir. Hayır tam tersine bu ürün sese
maruz kalan insanların bulunduğu bilumum mekânlara yönelikti. Kapitalizmin
mantığı tam da böyle işliyor işte: Teknolojinin ortaya çıkardığı sorunu yine
teknolojiyle çözmek; ama teknolojinin içeriğini pazarlanacak ürünün hedef
kitlesi üzerinden en geniş zeminde belirleyerek. Diyelim evimizin duvarlarını
ses yalıtım ürünüyle kaplattık. Akşam perdeleri çektim, dışarıdan hiç ses
gelmiyor. Ha Brooklyn’de oturuyorum, ha Eyüp’te… Adı geçen ürün sesi yalıtmakla
kalmıyor, sesten beni yalıtıyor aslında, çünkü oturduğum mekânı doğrulayan şey
dış seslerdir, oraya ait olan sesler, mekânı anıştıran sesler; bir gaz tüpü
sesi duyuyorum mesela ve imgelem harekete geçmiş oluyor: tüp arabası, tüpçü,
tanıyorum o adamı, karşı kaldırım ve buradayım. Aslında maruz kaldığımız müzik
de mekânla ilişkimizi koparıyor, tıpkı ses yalıtım cihazı gibi çalışıyor,
bedenimizi yalıtıyor…
Müzik bir demokrasi sorunu bu ülkede. Seçimler
yaklaşıyor. Seçime en az on beş gün kala partiler üzerlerine kolonlar
yerleştirdikleri minibüsleri, otobüsleri sokaklarda, caddelerde bangır bangır müzik yayını yaparlar yine.
Müziği seviyorum, yüksek sesli müzik dinlemeyi
de. işte dinliyorum bir tane Bon Iver’ın Holocene’i… Sesi köklüyorum… Duyuyor
musunuz? Duymazsınız, pencerelerim kapalı…
(1) Cees Noteboom, Bütün Ruhlar Günü,
s.45, Çev. Burcu Duman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2012
(2) David Hendy,
Gürültü, Sesin Beşeri Tarihi, s.12, Çev. Çiğdem Çidamlı, Kolektif Kitap, 1.
Baskı, Nisan 2014, İstanbul.
(3)
Konuyla
ilgili bilgi için bkz. Banu Şen-İki Ateşin Ortasında, www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21044132.asp
(4)
Aldoux Huxley Ses Sese Karşı, Çev. Minâ
Urgan, İletişim Yayınları, İstanbul… Romanın orijinal adı, ‘Point Counter
Point’tir. Gerçekte bir müzik terimidir.
(7) C. Darwin, İnsanın
Türeyişi, s.23, Çev. Öner Ünalan, Onur Yayını, Üçüncü Baskı, Şubat 1978, Ankara
tr.wikipedia.org/wiki/Darwin_çıkıntısı: Kulakta Darwin çıkıntısı; kulağın üst
kıkırdağında heliks diye tabir edilen bu kısım insanların %10,4’ünde bulunuyor.
Maymunlarda bu çıkıntıya yapışık kaslar kulağın çeşitli açılara hareket
etmesini ve sesleri yönlere göre daha iyi algılamasını sağlıyor.
(8) Ludwig Wittgenstein, Kesinlik
Üstüne, s. 200, Çev. Doğan Şahiner, Metis Yay., Kasım 2009, İstanbul
(9) (Yön. John İrvin, 1997, bizde Hırs
Tuzağı adıyla gösterime girdi)
(10)(Yön. Chad Stahelski ve David Leitch, 2014)
(11) Ray Monk, Wittgenstein Dâhinin
Görevi, s.439,
Çev. Berna Kılınçer-Tülin Er, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder