Ambulans sesini duyunca eyvah dedim yine mi? Elimdeki kitabı bıraktım pencereye koştum, tepedeki yoldan kendine yol açmaya çalışan bir ambulans; sabahtan beri bu üçüncü. Yolun her iki yanında park etmiş arabalar, önde trafiği tıkamış birkaç arabanın sağa sola kafalarını sokmaya çalışmaları, olmadı tekrar… ve bir dakika sonra yol açıldı. Sahile baktım, denizin içi, kıyı insan kaynıyor; denize paralel, yan yana, art arda tüm sahil rengarenk giysi öbekleri... yedi yıldır buradayım ve hiç bu kadarını görmedim, çıkarılan giysilerin işaretlediği (rezerve ettiği) yerler 'sahipli' anlamına geliyor.
Çıkarılan giysinin konaklanan bir mekân işareti olduğu kadar çıplak bedenin mahremiyetini de ifade etmesi; ilginç bu... İnsanın durduk yerde kendine bir mıntıka edinmesinin bir tür mahremiyetle gelmesi; yani önce öne çıkarılanın mahremiyet olması… İnsanların giysileri etrafında gidiş geliş tarafiği, sanki bedenleriyle mekanları arasındaki ilişkiyi doğrulamak için daha çok (başka bir yazı konusu bu)…
Acaba nerede boğuldu? Birinin boğulduğu bölgede anormal bir toplaşma olur; dikkatini denize vermiş, suda kimsenin
olmadığı, insanların seyre koşuşturduğu bir bölge… Hayır, her yer
sütliman.
Ambulans sola kıvrılan tepenin ardındaki
yolda kayboldu, sirenini duyabiliyordum, sonra ilerdeki burnun eteğinden
ortaya çıktı, sahile doğru tozu toprağa katarak hızla ilerledi. Demek
plajın ucunda boğuldu. Hep orada boğulur zaten. Penceremle ora arası bir
kilometre civarı, içimde plajın bütün kalabalığının oraya doğru akacağı gibi
bir beklenti… bu beklentim o kadar güçlü ki, adeta dürtüsel bir şey… çoktan
olup bittiğini düşündüğüm facianın bir de gözlerimin önünde
gerçekleşmesini bekliyorum… ama beklentim boşa çıkıyor, hemen berideki insanlar
bile kılını kıpırdatmıyor. ‘Kılını kıpırdatmak’ deyimi abartılı tabi; bu
mesafeden kimin kılını kıpırdattığı, kimin kıpırdatmadığı gibi bir ayrıntıyı
görmem imkânsız…
Tuhaf bir durum. Yani benim açımdan tuhaf…
Acaba biri fenalaştı da düzeldi mi?.. Bir süre kalabalığın orada yoğunlaşacağı
beklentisiyle pencerede kalakaldım, ama nafile, her şey yerli yerindeydi, hayal
kırıklığıyla kitabıma geri döndüm. Birinin boğulduğunu sanmak, sonra bunun
olmadığını görmek; elbette insafsız bir hayal kırıklığı…
Yarım saat geçti geçmedi tekrar bir
ambulans sesi… bu sesi seviyorum insanı canlandırıyor, kendinden çıkıyorsun… canlanma bu değil mi zaten: kendinden çıkmak…yoksa odamın loşluğunda elimde kitap mayışmıştım... Misyon filminde Robert de
Niro’nun ağır yarasıyla upuzun yattığı savaş alanında son bir çabayla kafasını
kaldırarak çarpışan insanları izlediği bir sahne vardır, bu sahne gözümün önüne geldi şimdi…
Pencereye koştum, aynı ambulans tepeden geri dönüyordu… Plajın ucuna baktım
anormal bir hareketlilik yok… Ne demek oluyordu?.. Biraz açıkta kırmızı
bir bot, içinde iki kişi… Ambulans oturduğum evin arkasındaki yola girerek
gözden kayboldu, ama siren sesi biraz daha sürdü… Arabalar tepedeki yol boyunca
ilerlemeye devam ediyordu, sıcaktı, çok sıcak… saate baktım 1’e geliyordu.
Hemen aşağıda, sahilin beri ucunda iki yaşlı kadın ele ele denize girmeye
çalışıyordu; kıyı, dalgaların geri çekilmesiyle yer yer açığa çıkan
yosunlu kayalarla kaplıydı, ayakları kaydıkça birbirlerine tutunup gülüşüyorlardı.
Oranın azcık ilerisinde lağım akıyordu ama kimse bunun farkında değildi. Daha
önce kumla üzeri kapatılan lağım, geçen sene boruyla denize verilmişti. İki
çocuk hızla denize dalarken kadınlara su sıçrattı. Kadınlar denizin içine
oturdular. Muhtemelen sudan ürpererek bağrıştılar, ama ben duymadım. Plaja bir
uğultu hakimdi, insan sesinden çok, arabalardan yükselen müzik sesleri… Ortadoğu
milletlerinin biteviyesiz müzik dinleme hastalığı… yanlış söyledim, müzik
dinleme değil, müzik çalma hastalığı, başkasının kulağına muhtaç… Ses eğreti
bir mekan yaratıyor. Müzik değil bu. ‘Dum tıs!.. Dumm tıs!..’ sadece rüzgarla
ve dalga sesiyle karışan bas sesler. Karışma da değil, çarpışma… havada
çarpışan sesler…
Ve bir ambulans daha, uğultunun içinde net
bir ses… Caminin arkasından çıktı, tepeye doğru tırmandı. Boydan boya plajı
taradım, kalabalığın hareketlerinden ambulansın nereye gidebileceğini tahmin
etmeye çalıştım, her yer kalabalıktı ama tekdüze bir kalabalık. Ambulans
burnun eteğindeki yoldan plajın öbür ucuna gitti, deminki ambulansın
durduğu yere. Kıyıda birbirinden kopmayan altı yedi kişilik bir grup vardı,
ayaktaydılar. Ambulanstan inen iki kişi onların yanına vardı… Her ne olduysa
orada oldu… Beş dakika kadar baktım öyle, birkaç kişi yürüyerek gruba katıldı,
sonra on metre ilerde başka bir grup oluştu, kırmızı bot peşinde köpükten iz
bırakarak bir ucu kıyıya yakın halkalar halinde tur atıyordu. Ama diğer
insanlar hiç istifini bozmadı. Bütün bunları bir km uzaktan görüyor ve
yorumluyordum. Alternatifleri sıraladım: Biri sıcaktan fenalaşmıştı, biri
boğulmak üzereyken denizden çıkarılmıştı, birileri kavga etmişti ve
yaralananlar vardı, biri boğulmuştu ve cesedi suyun içindeydi…
tahminlerimden en sonuncusu akla yakındı. Ne güzel, tahmin ufku ayağına
getirir, tahminini kimseye söylemediğin sürece yanılmış sayılmazsın. Bir de
tahminine inanırsan tembelleşirsin. Ama tahminimle gördüklerim arasında birkaç
çelişki vardı, Öyle ya deminki ambulans neden geri dönmüştü?..
Diğer insanlar neden olay mahalline akmıyordu?.. Gerçek ordaydı… Altıma şort
giydim, havluyu omzuma attım ve dışarı çıktım. Neden havlu? Denize
girmeyecektim…
Arabalar ve arabalar… yeni bir halk var
artık, arabalı halk… buradaki halkı ikiye ayırabiliriz: giysisini arabada
çıkaranlar, giysisini plajda çıkaranlar… hangisi daha kalabalık bilemem…
arabanın bir beden aksesuarına dönüştüğü ortada, açık kapıdan uzanmış bacaklar,
arabanın tavanına konulmuş bira kutuları, müzik (her kafadan bir ses), kornayla
oynayan çocuklar, ön kaportaya popolarını dayayıp tepeden denize bakan çiftler,
ızgara yapıp arabasının açık kapısından bir şey almak içeri uzananlar… arabalar
park edilip terk edilmiş değil, aslında insanlar arabalarının yanına park
etmişler… kimsenin boğulmayla ilgili tek söz ettiği yoktu, hatta o tarafa bakan
da yoktu. Plaja sapmadım hemen, tepeden yürüdüm arkadan gelen arabalara yol vermek
için habire kenara çekildim, kenar dediğim park etmiş arabaların arasındaki
boşluk… içimden küfrettim: ‘arabalarınızı s.kim!..’ Ve insanlara baktım
haşemalı, bikinili, şortlu, mayolu, uzun etekli, kara çarşaflı kadınlar; çeşit
bol. Ve çöpler gördüm, çoğu ayağıma dolaştı, kâğıt ve naylon bardaklar, pet
şişeler, mısır koçanları, eğilip bükülmüş bira kutuları, ıslak mendiller,
açılmış ve içindeki pisliği gösteren çocuk bezleri, mangal kömürü poşeti, boya
kutuları, terlik teki, koltuk minderi, oyuncak kürekler, karpuz kabuğu… ve uçuşan poşetler, kurumuş bir saptan kurtulup
diğerine yakalanan, rüzgarda titreşen yırtık pırtık poşetler; sanki otların
kocaman kocaman taç yaprakları… Ortadoğu toplumlarının çöple ilişkisi konusunda birkaç
şey daha söylemesem olmaz şimdi, içimde ukde kalmasın. Hazır konu açılmışken diyorum. Çünkü
birazdan anlatacaklarımla bu çöp meselesi arasında mantıksal bir bağ var,
seziyorum. Malum, Ortadoğu milletleri çöpünü yere atmaya meyillidir. Bunun
birinci sebebi termodinamiğin ikinci yasasıyla açıklanabilir: ‘Evrende her şey minimum enerjiye ve maksimum düzensizliğe
eğilim duyar.’ Çöp kovasına
gidene kadar çöpü taşımaktansa bulunduğu yere atmak yeğdir. Bunu geçelim,
aklımda daha özgün sebepler var… Bir kere nesnenin ayrıştırılan ambalajı ya da
tüketilmeyen kısmı çöp haline gelir. Yani çağımızda her nesnenin içinde bir çöp
olma imkanı meskundur. Sözünü ettiğim üretim tüketim dinamiği değil, bir sözcük
oyunuyla bu duruma çöp üretimi diyelim. Biraz şımarıkça bir üretim ama böyle.
Nesne çöp haline gelsin ki yeniden üretilebilsin, kısaca nesne sıfırı
tüketmeden de çöp olabilir. Nesneyle kurulan bu zayiat ilişkisi atma eylemiyle
bir tavrı içerir. Nasıl bir tavırdır bu? Elbette psikolojik bir tavır. Kibirli bir tavır. Atma
eylemini bulunduğu mekandan daha değerli gören bir tavır. Atma eylemi atılan
şeyi çöpe dönüştürmekle kalmaz, nesneyle sahiplik ilişkisini de güçlendirir. Öz
ve atık. Nesnenin bütünlüğünün bu parçalanmasına önceden karar verilmişken
sanki sahibi bu kararı yeniden verir. Bu
kadar basit. Ama asıl karmaşa geride… Çöp çöpü doğuruyor; insanlar yerdeki çöpü
almaktansa orada kendi çöp atmalarının gerekçesini görüyorlar. Çöpü atmak, çöp
denilen ağırlıktan kurtulmak, çöpün atıldığı mekanı gözden çıkarmak (nesnenin
çöp olarak tanımlanması sadece nesneyi gözden çıkarmıyor, çöpün atıldığı mekanı
da gözden çıkarıyor). Ortadoğu insanı çöpün mekanıyla kendisi arasında bir
illüzyon yaratıyor. Aslında bu illüzyonun zemini mülkiyet ilişkisiyle baştan
kurulmuş. Kamusal topraklar bir vatandaş kültürüyle ‘bizim’ ya da ‘hepimizin’
gibi bir kavrayışa erişmemiş. Ortadoğu insanı başında bir resmi görevli yoksa,
ya da özel bir girişimci tarafından işletilmiyorsa devlet arazisini yabani bir
alan olarak görür. Mesela kendi kapısının önünü temizler. Ama atıkları sokağa
atarak temizler, kapının önünün temizlenmesini gören ama sokağın kirlenmesini
görmeyen bir illüzyondur bu. Çoğunluğun çöpünü yere atmadığını düşünsek bile bu
durumdan “rahatsız” olmaması ve şikayetsiz bir usturupta aynı yerde konaklaması
onları çöplüğün sakini yapar. Baştan yanlış kurulmuş bir mekan algısı…
Uzaktan 6-7 kişi diye gördüğüm grup ben
yaklaştıkça çoğaldı, hayır yeni gelenler olduğu için değil, insanları yakından
ayrıştırarak gördüğüm için… Saydım benimle beraber 51 kişi… Avarelik böyle bir şey, durduk yerde sayarsın yani.
İki kardeş boğulmuş.
Üzerinde ‘Sahil Koruma’ yazan kırmızı
botun görevlilerinden biri elindeki uzun sopayı suya daldırıp çıkarıyor,
derinliği mi ölçüyor yoksa ceset mi arıyor bilmiyorum, her ikisi de olabilir
tabi. Ama daha çok bir iş yapma görüntüsü… Kayaların önüne kadar geliyor.
Saçları erken beyazlamış kırk yaşlarında
bir adam görevliye boğulan çocukların suya battığı yeri işaret ediyor
parmağıyla… hayır kendisi görgü tanığı değil, tahminini söylüyor, ama ısrarla
söylüyor: “Bence ordalar, tam orda bakın…” Yerden bir çakıl taşı alıyor ve
fırlatıyor ama çakıl taşı irice; suyun içinde kahverengi bir leke biçiminde
görünen kayaları aşamıyor. Suyun yeşilinin dipteki kumla ve kayalarla birleşen
açık tonları işaret ettiği yerde koyulaşıyor, belli ki bir çukur var orada.
Adamımız bunu uzman edasıyla söylüyor, ama denizden anlayan herkes bilir
bunu. “Taşın düştüğü yerin az ilersinde!” diye bağırıyor. Botun pruvasında
elindeki sopayı suya batırıp çıkaran adama sesleniyor. O sırada pruvadaki
adamın yaptığı işe kendini kaptırıp taşın düştüğü yeri görmemesinden mi, yoksa
taşın yeterince uzağa gitmemesinden mi, yerden bir taş daha alıyor, fırlatırken
sendeliyor, taş deminkinden de beriye düşüyor. “Bak hemen onun hizasında! Yanındaki
adama “Dalsam çıkarırım onları” diyor, neredeyse deminki bağırtısının devamı
gibi yüksek bir sesle söylüyor bunu. “Hadi komutana söyleyelim, dal.” diyor bir
başka adam. “İzin vermezler” diyor beyaz saçlı adam… açık kumral saçları
kafasının arkasında hiç beyazlamamış, bu ayrıntıya dikkat edişim de tuhaf.
“Hazırlıksız geldim, şortum da yok…” bunu iyice kısık bir tonda söylüyor,
sanıyorum benden başka duyan olmuyor. “Nereye dalıyorsun? Girdap var orada,
ters akıntı da var, sen de boğulursun…” diyor genç bir adam. “Ben biliyorum
buraları, yıllarca cankurtaranlık yaptım… hayatım buralarda geçti be…” İlerde
astsubay “Olmaz” diyor, beyaz saçlı adamın dalma isteğini geri çeviriyor, ama
bunu başka bir adama söylüyor. “Birazdan dalgıçlar gelecek” diyerek sanki basın
toplantısındaymış gibi kafasını herkese çeviriyor. Bu bilginin ilk
elden sahibi kendisi tabi. Sesinin tonunda gururlu bir sitem...
Burası Kısırkaya Plajı’nın batı sınırı…
Köyün orta yerindeki, kömür ve kil çıkarılan maden ocağının molozları vaktiyle
buraya boşaltılmış, art arda iki burun halinde denizi doldurmuş ve sahili
yayvan bir koya çevirmiş. Burunların üzeri denizden 20 metre yükseklikte plato biçiminde, düz.
Zamanla burada hayvanların yayıldığı otlar bitmiş. Geçen seneye kadar köyün
merasıydı. Çıkarılan yasayla köy statüsü kaldırıldı ve bu güzelim yeşil alan
Büyükşehir Belediyesi tarafından “Hayvan Barınağı” olarak düzenlendi… Üzerine
denize nazır çirkin binalar yapıldı, etrafları tellerle çevrildi. İstanbul’un
bütün sokak köpekleri burada toplanacak: Köpek hapishanesi… Geçen sene bu hapishanenin
inşaatında çalışan iki delikanlı şimdi cesetleri aranan iki kardeşin suya
girdiği yerde boğulmuşlardı… Evet aynı yerde. Ve geçen sene bu plajda boğulan
sadece bu iki işçiydi. Bu sene 50’yi aştı. Bunun makul bir sebebi var tabi… Ama
ben makul bir sonuç söyleyeceğim: Boğulan bu 50 kişinin hepsi erkek! Boğulmanın
erkeksi yanı… Var böyle bir şey… Genellikle yüzme bilmeyenler boğulmaz, az
yüzme bilenler boğulur. Bir erkek bu az yüzme bilen haliyle hiç yüzme bilmeyen
erkeğe hava atma eğilimindedir (sanıldığı gibi kadınlara değil diğer erkeklere
hava atma!) Erkek erkeğin kurdudur. Kadın kadının da kurdudur ama kadınlar işi
boğulmaya kadar vardırmazlar… Neyse, hepsi genç insanlar, çocuklar… Uzaktan
verilen bir gazete haberinin sadeliğiyle tekrarlayalım: Sahili 1km uzunluğunda
olan bir plajda bir yıl içinde (henüz sezon bitmedi) 50 civarında kişi boğuldu…
Salgın hastalıkta, trafik kazasında, ne bileyim bir çatışmada bu kadar insan
ölse infial yaratır… Peki neden bu ölümler peyderpey verildi, yerel gazete
haberi dışına taşmadı?..
Boğulma ilginç bir ölüm. Beden varken
birden yok. Mişima’nın Yaz Ortasında Ölüm başlıklı uzun öyküsü, boğulan iki
çocuk vakasıyla başlar. Hikayede beni etkileyen anne ve babasının çocuklarının
boğulmasından daha sonra haberdar oluş anlarıdır. Anne o sırada oteldedir, baba
başka bir şehirdedir. Şöyle der Mişima:
“Beklenmedik bir olayın insanın bilincine
işleme süreci çok garip ve ustalıklıdır.”(1)
Boğulan insan çığlık atamaz, onun yerine
boğulduğunu gören birileri atar, bu da bir ağıt değil yardım çığlığıdır. Bir
süre suyun üzerinde olan kafa ve el birden yok olur. Ölüm ordadır ama beden
yoktur. Ölünün bulunması çabası sanki ölümün doğrulanmasını hedefler. Ama
ölüm-yaşam zıtlığıyla kurulan bir bağ değil bu. Daha çok ölümle ölüm ötesi arasında
kurulan uhrevi zihniyetten feyz alan bir ahmaklık. Yaşatmaya değil ölüyü
“kurtarma”ya programlanmış bir devlet, cenaze levazımatçısı bir devlet. Bunu
daha önce Soma’da da gördük. Sanki bütün poliklinikleri ölü üreten ve
gasilhanesinin çok iyi servis yaptığıyla övünen devasa bir hastane.
Jandarma arabası geldi, peşinden
jandarmanın sualtı arama kurtarma arabası olan bir minibüs; içinden 9-10 kişi
çıktı, uzun boylu, pazuları şişkin ve birbiriyle şakalaşan genç insanlar. Önce
kıyıda ayaklarını suya soktular, saçlarını ıslattılar. İçlerinden ikisi dalgıç
elbiselerini giydi, en son paletlerini giyerlerken bir karışıklık oldu.
Minibüsün içinde palet aradılar. Kıyıda uzun uzun şnorkellerini yıkadılar.
Yarım saat geçti. Tamam nihayetinde ölü arayacaklardı ama, giyinik halde
gelebilirlerdi. İnsanların önünde bütün bu giyinme faslı işin raconuydu
sanki. Dalgıçlar suya daldıklarında Sahil Güvenlik teknesi de kıyıdan 30 metre açıkta durdu. İçinden birkaç kişi
güverteye çıktı. Kalabalık yavaş yavaş bu tarafa doğru geliyordu. Çoktan yüz
kişiyi aşmıştı herhalde, bu sefer sadece resmi görevlileri saydım : 29 kişi!..
Ölü “kurtarma”ya gelmiş maaşlı tam 29 kişi!.. Ne dediğimin farkındayım ölü
kurtarılmaz tabi, ama tüm bu insanlar ölüyü suyun içinden bulup çıkarmayı bir kurtarma
eylemi gibi yaşıyorlar, bir işe yaramanın şevki içindeler, hatta kibri… Oysa bu
29 kişi yerine üç cankurtaran çok daha az maliyetli ekipmanla tüm boğulmaların
önüne geçebilirdi. Nitekim plajın muhtarlıkça işletildiği bu seneye kadar tek
bir boğulma vakası olmadı.
Cesetlerden biri bulununca kadın ve adam
ambulanstan aldıkları örtüyü kuma serdiler. Saçları erken beyazlamış adam “Bak
benim dediğim yerde buldular!” diye bağırdı. Sesinde sevince benzer bir
şey vardı. Evet basbayağı sevinç işte…
Daha önce de görmüştüm, dalgıçlar cesedi
sudan çıkarırken yüzüstü sürüyorlar, ağır ağır, birazcık suyun altında tutarak.
Kimseye sormadım ama böyle yapmalarının sebebini biliyorum galiba… bir kere
yaptıkları işe bir incelik kazandırıyor bu… sonra kıyıda izleyenler var, ölenin
yakınları (yok ölenin yakınları fenalaşınca ilk gelen ambulans onları götürmüş…
yani pencereden gördüğüm birinci ambulansla); dalgıçlarla ölü arasında kısa
süreli bir sahiplik ilişkisi kuruyor bu hareket, sanki işimize kimse karışmasın
telkini… mesleki bir ritüel, suda boğulmuş ölüye saygı gösterme biçimi; bana
öyle geliyor ki ritüele saygı ile ölüye saygı birbiri içinde bir gizemi de
besliyor… ölüye ya da ölenin yakınlarının matemine değil, herkes bu gizeme saygılı… Suyun sığlaştığı kayalıklara geldiklerinde,
sahilden soluk mavi tişörtlü bir adam suyu yararak yanlarına geliyor. Ölünün
solundaki dalgıca “Hadi sen Mustafa’nın yanına git, öbürünü aramaya devam
edin.” diyor ve ölüyü sol koltuk altından tutarak sürümeye devam ediyor.
Hareketleri biraz abartılı, tişörtü bile ıslanmayabilirdi mesela ama tuhaf bir
telaş var üzerinde, adım attıkça ancak dizlerine gelen suyu kabartıyor, saçları
bile ıslandı…
16-17 yaşlarında… yaşlarını daha önce
etrafta konuşanlardan duydum, Ferhat veya Serhat, adları bu, ama hangisi
bilmiyorum. Sudan çıkarılırken kafası ve kolları aşağı düştü, yavaşça örtünün
üzerine koydular, kapattılar ve ambulansa taşıdılar. Rengi aklımda, ölü rengi…
Etrafta ağlayan, çığlık atan kimse yok… Bazı insanlar ambulansın yanında
toplandılar, kalabalığın dalgalandırdığı boşluktan ambulansın içinde bir
hemşirenin ölüye kalp masajı yaptığını görebiliyorum… Bu da ritüelin devamı…
Yoksa boğulalı en az bir saat olmuş… Sakallı altmış yaşlarında bir adam yanıma
geldi “Kaç kere söyledim onlara, orda girmeyin dedim, açılmayın dedim,
dinlemediler, atladılar, hemen kayboldular.” “Siz gördünüz mü?” diye sordum.
“Tabi ben şurdaydım.” dedi, eliyle yirmi metre öteyi işaret ederek.
“Kurtaramazdım ki, ben yüzme bilmiyorum.” diye ilave etti, aşağı düşmüş gibi
şortunu yukarı çekti.
Diğer çocuğu bulmak için üç dalgıç daha
girdi denize, yüzeyden şnorkellerle suyun içine baktılar, ikisi 50 metre kadar açıldı, yarım saat kadar
aradılar. Çocuk bulunmayınca oksijen tüpleriyle iki dalgıç daha suya
daldı ve çok geçmeden diğer çocuğu da kardeşinin çıkarıldığı yerde buldular…
Ceset sudan çıkarılmadan uzaklaştım oradan, insanlar akın akın olay yerine geliyorlardı[U1] .
Bu olaydan bir hafta sonra Pazar günü 6
kişi boğuldu. Boğulanlardan biri Bayram Vural, on sekiz yaşında tekstil işçisi.
Cesedi suda kaldı. O gün akşama doğru dalgalar azgınlaştı, su bulandı.
Dalgıçlar suya dalamadı. Ailesini boş okulda ağırladım. Babasını ve kızkardeşini
tanıdım. Annesinin kıyıdan çaresizce dalgalara bakışını gördüm. Sivas’ın Zara
ilçesinden ailecek İstanbul’a gelmişler. Baba bir mandırada sığırtmaç.
Yoksullar… Ertesi gün babayla okulun önündeki tepeden dalgalara bakıyoruz, uykusuz
ve elinden düşmeyen sigara, konuşuyoruz. Konuşmanın bir yerinde uzakta
dalgaları işaret ederek “Bak hocam şurda biri var, bak şu kırılan dalganın
arkasında biri bize doğru yüzmeye çalışıyor… Şurda Hocam bak…” “Sen orda
birinin yüzdüğünü mü görüyorsun?” dedim. “Bak Hocam şurda.” dedi. “Hayır orda
kimse yok.” dedim. Gözlerinin içine baktım gözlerini benden kaçırdı, hemen
yanımdan uzaklaştı, hayalkırıklığı ama ben ezik bir mahcubiyet de gördüm. Bayram Vural’ın cesedini
Kısırkaya’nın 7-8 kilometre doğusundaki
Demirciköy sahilinde buldular üç gün sonra…
Dozerler plajı ve müştemilatını yıktılar.
Göreceğiz bakalım plaj kimlere peşkeş çekilecek?.. Plaj yıkılıp birilerine
ihale edilince güya boğulma vakalarının da önüne geçilmiş gibi olacak. Komplo
gibi. Ama bir teoriye bağlı komplo değil, total aklın kendi kendine komplosu... Mekan
algısı…
(1) Yaz Ortasında Ölüm, Yukio Mişima, Çev. Gökçin Taşkın,
Can Yay. İstanbul 1985
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder