‘Ne yapıyorsun?’
İnsanlar galiba bu soruya hep
hazırlıklılar, tanıdık birine sorduğumuz zaman başka, tanımadığımız
birine sorduğumuz zaman başka bir cevap. İkinci durumda sorduğumuz kişinin
işini öğrenmek istiyoruz. Tanıma sorusu bu. Herkes işiyle özdeş. Doktor Kemal,
ya da kısaca doktor. Bunun anlamı, ben doktorluk
diye bilinen bir meslek yaptığımı söylüyorum ama, aslında doktor benim. Ben
yaptığım işim, işin kendisiyim. Doktor denilen bir kalıp bedenin içindeyim.
Birini tanımanın en kestirme yolu. Yaptığı işe indirgenmiş varoluş tarzı standart
tanıma sorusuna karşılık geliyor.
‘İş arıyorum.’
Yapmakla çalışmak farklı burada.
Çalışmıyorum ama bu bir şey yapmadığım anlamına gelmez, çalışmak için iş
arıyorum. Aramak, yapmanın tezahürü; durumumu böyle anlatınca beklemek gibi
uyuz bir fiil bile terfi ediyor, çalışmayı olumlayan bir eylem haline
dönüşüyor: İş için bir yerden haber bekliyorum gibi. Bekleme dinamizmi. Yine de
belirleyici unvan yakamda: İşsiz!.. Bu sözcüğü kendi için söylemek her insanın harcı
değil. Söylenince göz göre göre işsiz diye bir beden kalıbı da oluşuyor.
İnsanların işsizlikten yırttığı bir ara
dönemden söz edelim. Yapması zor ama söylemesi kolay… işsizim yerine askerim
demek. ( Genç erkeklerin en
deli dolu zamanlarında hem işsizliği kamufle etmeye, hem de askerlik sonrası
işsizliği disipline olmuş bedenleriyle daha mütevekkil geçirmeye yardımcı
olması askerliğin yan getirisi gibi görünür… oysa “barış” zamanlarının nispi uzunluğu dikkate
alınırsa bunun asli işlev olduğu ortada.)
‘Askerim.’ ‘Askerlik yapmak’ denir.
Askerlikte ne yapılır? Askerlik bildiğimiz iş yapma biçimine uymuyor. İnsan
askerlik yapmaz, asker olur. Ne demek istedim?
Önce bu örnek niye aklıma geldi bunu
açıklayayım.
Uç örnekler bütün arazları cömertçe
önümüze sürüyor, gözlem açısından en iyisi, işin aslı buymuş dedirtiyor. Uç örneğe bakınca bizim daha iyi
bir yerde olduğumuz sanısına kapılabiliriz ama uç örnekte saydam görünen
arazları kendimizde uykuya yatmış, pusuda, eli kulağında da görebiliriz. Yalnız
bir şerh düşelim buraya, diğerinin olumsuz konumuna bakarak kendimizde aşırı
güveni değil de tekinsizliği duyarsak.
Askerlik özellikle acemi
birliklerde sürekli bir şey yapma halidir. Öyle ki askerin kendiyle baş başa kalacağı
bir an bile olmasın. Beklemek bir iştir; mesela hazırolda komutanı beklemek. Yapılan
işi mantıksız da olsa sorgulamadan yerine getirmek. Yapılan işin gerçek mahiyeti mantıksızlığın
algılanması yüzünden görünmez. Nasıl bir çelişki bu? Yani uyanık tarafımızla
yapılan işin saçmalığını anlıyoruz, bu saçmalığın yerine getirilmesinin tam da işin kendisi olduğunu anlamıyoruz. Çünkü asker iş yapmaz, iş askeri yapar. Şöyle diyelim:
Dikkatimizi askerin ne iş yaptığına değil, işin askere ne yaptığına verirsek görüntü şeffaflaşıyor. İş,
yapanı oluşturmak üzerine kurulmuştur. İşin nesnesi bizzat işin öznesidir. Asker
olmak yapılan işin cevabıdır. Yerlere çöp atmamasıyla bir yasağa uyan askerin
asıl uysallığı yerde çöp olmadığı halde mıntıka temizliği yaparken ortaya
çıkar. Yaptığı iş, ‘asker oluş’u adım adım yerine getirir. Profesyonel
askerliği ya da zorunlu askerliği bir iş olarak düşünüyoruz. İşin içeriği asker
olmayı amaçladığı için yapılan işin saçma karakteri bu üst amaca vurunca güya
rasyonelleşiyor. Öte yandan bu iş düşman varsayımına dayandığı için daha
kapsamlı düşündüğümüzde bir dünya düzeni olarak absürtleşiyor. ‘Ne yapıyorsun?’
sorusu bu genel absürtlüğün içinde lokalize olduğu için cevaplanabiliyor ancak.
Peki ya bütün dünya işleri aynıysa, insanların ne yaptığı değil, işin insanlara ne yaptığı bu düzenin sürmesini sağlayan saplantılı bir boyutsa.
Peki ya bütün dünya işleri aynıysa, insanların ne yaptığı değil, işin insanlara ne yaptığı bu düzenin sürmesini sağlayan saplantılı bir boyutsa.
Uç örneklerden devam edelim.
Yönetmenliğini Jason Reitman’ın yaptığı
Up in the Air (2009) filminde Ryan Birmingham (George Clooney) şirket küçültme
konusunda uzman. Ona ne iş yapıyorsun diye sorulsa rahatlıkla bu cevabı verirdi
(unutmayalım 2008 krizi sırası). Ama aslında yaptığı iş, işten atılan personele
işten atıldığını yüzüne söylemek. Bunu yaparken patron temsilcisi gibi değil de
ordan oraya şirket şirket gezip kamu hizmeti gören bir terapist gibi
davranıyor. Mesleğin asıl inceliği de burada, işten kovulan personele bunun
kişisel olmadığını anlatmak ve işten kovulduğunu öğrenen personelin tepkisini
sineye çekip dinlemek. Mesela şöyle:
“Şirketime 30 yıl hizmet etmemin
karşılığı bu mu olacaktı? İşten atıldığımı söylemesi için senin gibi bir hıyarı
mı gönderdiler buraya?”
Veya şöyle:
“Stres düzeyi açısından, işten
kovulmanın aileden birinin ölmesi gibi bir şey olduğunu duymuştum. Oysa kişisel
olarak ben, birlikte çalıştığım insanlar ailemmiş ve ölen benmişim gibi
hissediyorum.”
Söylenenleri birincide yüzüne tükürsen
yağmur yağıyor pozisyonunda, ikincide bir yufka yürekli pozisyonunda dinliyor
kahramanımız. Ryan’ın işi bu. Ama Ryan hayatın anlamını işinin yan ürünü olan
10 milyon uçuş miline ulaşmak gibi bir amaçla taçlandırmak istiyor. İşin
ontoloji haline gelişini Heidegger bile bundan iyi anlatamazdı.
Diğer hikâyemiz bu olayın daha empatik
bir versiyonu. Japon yönetmen Kiyoshi Kurosowa’nın Tokyo Sonata filminden. Bir
şirket genel müdürünün işten kovulduktan sonra bunu karısına söylememesi ve her
gün işe gidiyormuş gibi evden çıkması… Japonya’da işini kaybetmek onurunu
kaybetmekle eşdeğerdir. Çalışmadan çalışıyormuş gibi yapmak. Karşılığında para
alsanız bir iş gibi. Kahramanımız cadde ortasındaki bir dinlenme bölgesinde
kendi gibi insanlarla karşılaşınca anlıyor bunu. Burada Japonya’ya özgü oturma
grubu her şeyi anlatıyor bize. Japon banklarının arkalığı yoktur. Oturma
biçiminiz eylemsi görünümünüze halel vermez. (Acaba Jim Jarmusch, Paterson
filminde bunun farkında mıydı?)
En uç örneği en sona sakladım. Kâbe’de Hacerül Esvet taşına bakmak için kuyruğa girmiş hacıların bakış süresini ayarlayan iki nöbetçinin işi. Kendilerine ne iş yaptıklarını sorsak Kâbe’de güvenlik görevlisiyiz diyebilirler. Bu doğrudur da. Ama işin içeriği görüntüden de anlaşıldığı üzere her hacıda ortalama iki saniye süresini ritme bağlayıp eşzamanlı omuza dokunup savuşturma hareketi yapmak. Böyle tuhaf bir işin cennet yolculuğunun mertebelerinden birine denk gelmesi de tuhaf. Hesapladım, ortalama iki saniye, kimseye ayrıcalık yok.
Gelelim normal yaşama, daha doğrusu bu uç örneklere normal yaşamın arazları olarak bakabiliyorsak.
Çalışmak zorunda olması insanın asıl ontolojik sorunu. Cumhurbaşkanı hafta sonu işçi çalıştırmaya izin veren yasayı onayladı. Neden onaylamasın? Çalışma fetişizminin en yüksek temsilcisi.
Felsefi değil pratik soralım, insan geldiğimiz bu bilim teknoloji düzeyinde çalışmak zorunda mı? Veya ne kadar çalışırsa kendisine yeterli gelir? Tabi bu soruya doğru cevap verebilmek için rasyonel bir çalışma tanımına sahip olmamız gerekir.
Rasyonel bir iş rasyonel ihtiyaçlarımızdan kalkılarak tanımlanabilir. Mesela silah fabrikasında bir mühendisin işi, insanları (elbette hayvanları da) öldürmek rasyonel sayılamayacağı için rasyonel olamaz. GDO’lu, ya da genel olarak organik tarım dışı ürünler yetiştiren çiftçinin işi sağlığımıza ve doğaya zarar verdiği için rasyonel sayılamaz. Ya da varlığı bu ürünün pazarlanmasına dayanan bir reklamcının işi. Öğrenciyi salaklaştıran bir eğitim sisteminde ders veren bir öğretmenin işi rasyonel olamaz. Beni takip edin sizi cennete götüreceğim diye maaş alan imamın işi hiç rasyonel değil. Liste uzar gider. 'Dünyada rasyonel bir iş var mı?'ya kadar gider. Var mı gerçekten?
Marx bunun gerekli emek ve artı emek ilişkisiyle bize bir yönünü gösterdi. Ama Marx sezgisel olarak başka bir şeye de işaret etti, genel bir insanlık sorunu olan özgürlüğün ön şartının iş gününün kısaltılmasına bağlı olduğuna. (1)
Bunun tartışması yaşadığımız şu günlerde yapılıyor zaten. Alibaba’nın kurucusu Jack Ma otuz yıl içinde günlük çalışma süresinin 4 saate ineceğini söylüyor. İşsizlik ücretinden farklı olarak vatandaşlık ücreti diye bir kavram İskandinav ülkelerinde tartışılıyor.
Ama biz absürt olanı göstermeliyiz. Çalışma hangi niteliğiyle rasyonel olabilir?
İnsan neden çalışır? Hemen aklınıza gelen yaşamak için, geçimini sağlamak için gibi klişe cevaplar vermeyin. İnsan aklının sınırları var bu soruda.
68 kuşağı sezmişti bunu (bizdeki değil, Paris'teki) Nazilerin Çalışmak Özgürleştirir'i yerine Asla Çalışma sloganıyla...
'Ne yapıyorsun?' Bu soruyu sevdiğim biri sorarsa ciddiye alıyorum, sohbet başlıyor...
(1) Karl Marx, Kapital, 3. Cilt, s. 858, 859, çev. Alaattin Bilgi, Ankara, 1978
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder