24 Ağustos 2025 Pazar

KAVRAM OLARAK PROLETARYA ve EMEK

 


PROLETARYA KAVRAMI

 

Marx ve Engels işçi sınıfı ile proletarya arasında net bir ayrım yapmadı. Yani işçi sınıfı derken şunu kastediyoruz, proletarya derken şunu kastediyoruz gibi. Ama bu ayrımı onların kavramı kullanış biçimlerinden elde etmek mümkün.

 

Marx’ta kendinde sınıfa işçi sınıfı, kendisi için sınıfa proletarya diyelim diye kategorik bir ayrım yok. Bu daha sonra Marksistlerin çıkarımı ve ilginç olan da bu. Sanki kendisi için sınıfa sertifika verip onları proletarya diye yüceltmişler gibi. Tabi kimse böyle ironik ifade etmiyor. Marx’ın ilk eserlerinde Hegel etkisi barizdir. Onun her sonraki eseri kendi özgünlüğünü örme ve özeleştiri olarak ilerler. Yanıldım şunu da itiraf edeyim gibi bir özeleştiri değil ama. Kendinde şey, kendisi için kavramları da öyle. Mesela Kapital’de artı değer burjuvanın da bilmediği bir kendinde şeydir. Bugün başka bir kendinde şey var “Dünyanın sonunu hayal etmek kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay.” (Frederic Jameson)

 

Proletarya etimolojik olarak antik Roma döneminde sadece üremeye yarayan alt sınıfı tanımlıyor. Proletarya burada hem isim hem de sıfat. Sözcük diğerini adlandırmakla kalmıyor, aşağılıyor da.

 

Marx tedavülden kalkmış bu kavrama itibar kazandırıyor. Zaten sözcüğün çekiciliği de bu tedavülden kalkmış, unutulmuş halinde. Latince Avrupa eğitiminin ortak dili olduğu için etimolojisi Latinceye dayanan bu sözcüğü diriltmek kolay, ama kavram olarak yeniden yaratmak başka bir şey; Marx’ın sözcüğe verdiği misyon aynı zamanda eski tarihi anlayışa reddiye. Sözcük bu anlamıyla hem eski hem de yeni. Eskiyle bağını hiç eziklik duymadan yeniden kurup geleceğe umut yükleyen bir sözcük. Gurur ve intikam sözcüğü.

 

Proletarya kendi varoluş biçimini tüm insanlığa bir eşitlik imkânı olarak ileri sürecek tek sınıf: mülkiyetten arınmış, ya da doğuştan mülkiyetsiz emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayanlar. Marx, emek gücünü bir faaliyetin içinde somutlar. Çalışmayan ama potansiyel emek gücü olanlara işsiz, yedek sanayi ordusu der. Grev kırıcısı olanlara, serserilik edenlere, ayaktakımına da lumpen proletarya. Yani Marx için proletarya çalışan işçi sınıfıdır. İşte burada işçi sınıfının somut varlığı ile proletaryanın tarihsel misyon sahibi idealize edilmiş soyut metafizik varlığı ayrışır. İster istemez ayrışır. Metafiziği salt olumsuz anlamda düşünmeyelim, metafizikle somut arasında bu içli dışlılık, refleksif bir uyanıklıktan mahrumsa sakıncalı. Marx, kendi öğretisinin metafizik algılanışına karşı uyanıktı. Onun ‘Hiç şüphesiz ben Marksist değilim’ sözünü böyle anlamak gerekir.

 

Lenin sonrası proletarya kavramı ise tamamen metafizik.

 

Bir kavramın metafizik olup olmadığını anlamak için çok basit bir test: Kavram size ne yapıyor? Siz bu kavramla ne yapıyorsunuz?

 

“Metafizik proletarya...” sanki bir proletarya kategorisi gibi anlaşılıyor. Öyle değil. Demek istediğim “proletarya”nın kendisi bir metafizik kavram. Marx, bu kavramı tarihsel devrimci bir özne olarak yaratıyor. Somut işçi sınıfına bir misyon yükleyerek yapıyor bunu. Hatta ahlâki yücelik atfederek. Marx sonrası Marksistler ise işçi sınıfını üst bir kavram olarak homojenleştirerek iyice soyut bir kavram haline getiriyor. Onun karşısında herkes kendini aşağılıyor. Yani bir tür Mesih kavram. Bir türlü gelmeyen ama varlığını da bu gelmemeye borçlu olan yok-kavram. Bugün ise eski solcular eski alışkanlıkla bu kavramın somut hali olan işçi sınıfı hem giderek azaldığı için hem de gerici bir sınıf olduğu için proletaryayı ikame bir kavram olarak kullanıyorlar. Nasıl bir nostaljiyse bu.

 

Tabi Türkçede “proletarya” sözcüğünün solcular arasında sık sık söylenmesinin bir alafranga tatmini olduğuna da dikkat çekmek isterim. Kahvede pişti, okey oynayan birinin briç öğrendikten sonra bir afra tafrayla “Üç sanzatu!” demesi gibi.

 

 

EMEK

 

“Emek en yüce değerdir.” eski solcu kafanın sevdiği sloganlardan biri. Sosyal medyada bu sloganı Marx’a atfedenlere bile rastladım. 

Emek tapıncı Sovyetler’in kuruluşunda başladı. Slogan Türkiye’de motamot haliyle sanıyorum 1976-77 1 Mayıs’ında ortaya çıktı.

 

Daha önce yazmıştım Türkiye’de sol Lenin okur, Marx okumaz. Marx’ın filolog olduğunu sözcük seçerken nasıl titiz davrandığını da bilmez. Mesela emek ile emek-gücü arasındaki farkı bilmez. Marx’ın yazı dili Almancanın yetersiz kaldığı durumlarda bir ekonomi dili olan İngilizceyle nasıl paslaştığını da bilmez. Sermayenin ölü emek olduğunu emek güzellemesi yapmanın aslında burjuva güzellemesiyle eşdeğer olduğunu da bilmez.

 

Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi aklıma geldi. Marx bu kitapçığını (sonradan kitapçık oluyor, aslında programın kenarına döşediği notlar) kendisi böyle demese de Alman Marksistlerine karşı yazmıştır. Bir anlamda beni yanlış anlamaya hakkınız yok protestosudur bu; bir “uzlaşı” metni olan programın tam da bu “uzlaşı” karakterinin kavramlara nasıl yansıdığının titiz çözümlemesi. Önce Marx’ın eleştirdiği programın ilk maddesini aktarayım:

“Emek tüm zenginliğin ve tüm kültürün kaynağıdır ve yarar sağlayan emek ancak toplum içinde ve toplum aracılığıyla var olabileceği için, emeğin getirisi, azaltılmamış olarak eşit haklarla toplumun tüm üyelerine aittir.”

 

Ne güzel! Şimdi bunu al Türkiye’de “eski” solcuların önüne koy hemen hepsinin cümleyi olduğu gibi kabul edeceğini göreceksiniz. Denemesi bedava. Oysa Marx’ın itirazı çok sert. İşte:

 

“Emek tüm zenginliğin KAYNAĞI DEĞİLDİR (mahsustan büyük harfle yazıyorum). Emek kadar DOĞA da kullanım değerlerinin (ne de olsa maddi zenginlik bunlardan oluşur!) kaynağıdır; emeğin kendisi de bir doğa gücünün, insanın emek gücünün ifadesinden başka bir şey değildir.”

 

Yazının gerisi çok daha ironik. Marx sever ironiyi. Yalnız Marx’ın “yarar sağlayan emek”ten ne anladığını alıntılamak işime gelecek:

 

“Peki ‘yarar sağlayan’ emek nedir? Elbette amaçlanan yararlı etkiyi üreten emekten başka bir şey değil. Bir taşla bir hayvanı öldüren, meyve toplayan vb. bir yabanıl (ve insan maymun olmaktan uzaklaştıktan sonra, bir yabanıldır) ‘yarar sağlayan’ emek harcar.”

 

Marx’ın sorusu uzatılabilir: Peki yararlı emeğe karar veren kim? Burada cari yarar ile gerçek yarar arasındaki fark önemli. Mesela silah endüstrisinde çalışan bir işçinin emek gücü hangi anlamda yararlıdır? Daha masum bir örnek: zirai ilaç ve gübre kullanan bir çiftçiyi yararlı bir emek gücü harcıyor sayabilir miyiz vb. Ya da hiçbir şey yapmayan doğayı kendini onarması için nadasa bırakan insanların atıl varlığı… işte gerçek yarar.

 

İşsizlik sorununa bir insanın başına gelen talihsizlik olarak değil, doğa yıkımına verilen bir mola olarak bakmamız gerekecek. Tabi önce istihdam ve çalışma arasındaki farkı anlatmam gerekecek. Uzun konu. Eski kavramların eski anlamlarıyla anlaşılacak bir konu değil. Bu blog ortamında da bunu uzun uzun anlatmaya hiç hevesim yok.

 

 

 

Marx’ın hedefi işçinin daha az çalışmasıdır, nihayetinde hiç artı değer üretmemesi. Vaktiyle Marx’ın damadı Paul Lafargue Marx’ın sağlığında Tembellik Hakkı diye bir kitap yazdı. Marx’ın bu kitap hakkında şifahi bir eleştiri yapıp yapmadığını bilmiyoruz, ama damadın Marx’ı yanlış anladığı ortada. Marx’ta amaç tembellik etmek değil, emek gücünün özgürleşmesidir. Ekim Devrimi ise çalışmayı yüceltir. Homurdandığını varsaydığım eski solculara karşı hemen bir örnek: Devrim sonrası Aleksey Stahanov adında bir maden işçisi bir vardiyada normalin 14 katı kadar kömür çıkarır. Stalin döneminde bu işçi emek kahramanı ilan edilir ve Stahanov Madalyası diye bir ödül peyda olur. Dünyanın ekolojik yıkımını fark etmeye daha var.

 

Marx’ın artı değer teorisinde en önemli keşfi “artı değer” değil, “nispi artı değer”dir. Günümüz işsizi bir fabrikada çalışıp “proletarya” gibi artı değer üretmese de cep telefonunda Youtube izleyerek, sokakta reklam panosuna bakarak ilgi-emeği harcar, kendisi bir veri öğesi haline gelir. Bu bir anlamda toplam artı değer hasılatı içinde nispi artı değerdir. Tabi başka kavramla ifade edilebilir. Bunu “eski” sol anlayışın kavraması zor. “Eski” solcu, proletarya kavramına halel gelmesin diye kafasındaki fabrika şablonunu yaşatmaya devam ediyor. İşsiz görünce, işsize iş diyor. Halbuki işsizlik, yok olması kapitalizmden daha olası dünya için bir ihtiyaç! Doğru slogan işsize maaş! Ve yararlı iş. Gerçekten uzun konu…

 

Tekrara düşmeden Marx’ın ne demek istediğini başka türlü açıklayayım:  üstü örtülü kullanım değeri ile değişim değeri arasında şaşırtıcı bir manevra yapar Marx, bu aynı zamanda somut emekle soyut emek arasında, emekle emek gücü arasında Kapital’de yaptığı ayrımın tezahürüdür. Mesela Marx’a göre toprağın değeri yoktur, fiyatı vardır (bir uzun konu daha) ve toprak doğal haliyle hiç emek içermediği halde bir zenginlik nesnesidir. Mürit veya tilmiz kılıklı Marksistler, Marx’ın yaptığı bu ayrımlarda taraf olduğunu gözden kaçırırlar. O kullanım değeri tarafındadır. Emek gücünün sahibi olan işçi emeğinin sahibi değildir. Emek gücü metaya geçer ve kapitalizmde metanın kullanım değerini BOZAR (büyük harfle yazıyorum çünkü sahici zenginlik kullanım değeridir; yani bizzat emek gücü kullanım değerinin katilidir). “Eski” sol kafanın anlamadığı da bu… Bu yüzden devrim mevrim olsa da kapitalizm yeniden hortluyor.

 

 

Bugün sormamız gereken soru, insan neden çalışıyor? İnsanın çalışmasının rasyonel bir gerekçesi var mı?

 

Gerçekte insanların büyük bir kısmı çalışmıyor. Çalışanlar da fiilen çalışmıyor (yani zamanın verimli kullanımı açısından). Daha radikal bakalım: insan dünya için ve dünyanın geleceği için yararlı bir iş yapıyor mu?

 

İşsizliğe emek gücünün özgürleşmesi olarak bakabilir miyiz?

 

Ama önce şu ahlâki soruyu soralım: İşsiz biri sömürülür mü?

 

Evet, öncelikle bir şantaj unsuru olarak onun üzerinden çalışan daha çok sömürülür. Buna işsizin stepne hakkı diyelim. Ama asıl varlık oluşuyla sömürülür; suyu, havası, toprağı, çalışanlar tarafından daha çok zehirlenir (unutmayalım günümüzde insanların 25 yaşına kadar olanlarının ve 65 yaş sonrasının büyük bir çoğunluğu fiilen işsizdir).

 

İşsiz çalışmadığı halde emek gücü harcamış sayılabilir mi? İşte can alıcı soru bu. Evet diyorum ve burada bırakıyorum.





5 Ağustos 2025 Salı

Başkası Adına Utanmak


 

Bir utanma versiyonu.

Başlık bu duygunun hem adı, hem tanımı. Ad, kendini tanımlayarak uzatmış. Bu yüzden tanım gibi görünen ad bizi yanlış da yönlendiriyor. Sanki başkası hissetmediği utancın vekaletini bize devretmiş gibi.

‘Biz’li konuşacağım. Yani başkası adına utananın öznesi olan “biz”.

Şimdiye kadar bu özel utancı ifade edecek tek sözcük olmalıydı. Almanların var: Fremdscham; o da bileşik sözcük: Fremd-scham (yabancı-utancı). Ama meşhur Duden sözlüğüne ancak 2009 yılında girebilmiş. Neden bu kadar gecikti? İlk sorumuz bu olsun. Ama hemen cevabını aramayalım, biraz beklesin.

Başlangıç için elimde daha baba bir soru var: başkasının utanç verici eyleminden biz sorumlu olmadığımız halde neden onun utancını üstlenmek gibi bir kötü hissin içine düşüyoruz? Bu hiç mantıklı değil. Hadi dayanışma olsa anlaşılabilir. Diğerinin acısına merhamet duymak gibi. Hemen bir not: merhamet eyleme geçmese de nihayetinde bir acı çekme biçimi olduğu için diğerinin acısıyla özdeşlik kurarak kendi eylemsizliği karşısında bir avuntu yerine de geçer (ya da kuru kuruya merhametin eylem yanılsaması diyelim).  Utanç böyle bir fedakârlık hissinden hareket etmez. Utanç paylaşılan bir duygu değil. Ama kolektif bir duygu olabilir. Karıştırmayalım. Peki utanç derken emin miyim? Evet eminim, bu benim duygum: utanıyorum. Kendi yaptığım eylemden ötürü değil onun yaptığı eylemden dolayı utanıyorum; onun utanıp utanmaması bir ölçü olmadan. Bana utanç veren sadece onun içinde bulunduğu nahoş durum, ama onun amacı beni utandırmak değilken. Adeta utanmaya gönüllüyüm. Nasıl oluyor bu? Utancın mazohist bir duygu olmadığını biliyoruz… Burada durup biraz soluklanalım. Anlattığımı kısaca formüle edeyim şimdi. Durum şu: Karşımda biri var, kötü bir şey yapıyor (farkında veya değil), o utanmıyor, onun yerine ben utanıyorum. İnsanın durduk yere başını belaya sokması gibi. Yani utanç vekil bir duygu değil burada, bizzat ben utanıyorum. Adlandırmada sözcüklerin kendi çağrışımlarıyla bütünsel anlam hakikatini birbirinden ayırt etmek gerekir. Adlandırmanın bu kurucu “yanlış” eğilimi sadece bize has değil. İngilizcede buna ‘secondhand embarrassment,’ ikinci el utanç diyorlar. Yani kavram başkasının utancının bir yansıması, bir türevi gibi anlaşılıyor. Oysa kaynak başkası olsa da kişinin kendisinde oluşan özel bir utançtan söz ediyoruz, diğerinin olası utancından bağımsız. Tabi bir Alman’ın, bir İngiliz’in ve bizim başkası adına utancımız arasında bazı nüanslar var.

Bir Alman’ın ‘Fremdscham’ını anlatan şöyle bir örnek: “Tatilde kötü davranan diğer Alman turistlerle karşılaşmaktan daha utanç verici bir durum yoktur. Ama başkalarının davranışlarını umursamayız(…) Yurtdışında son şezlong için kavga eden başka Almanlarla karşılaşsak bu çok utanç verici olur; sonuçta bu ‘ilkellerle’ aynı kefeye konma riskiyle karşı karşıya kalırız.” (Stern, 30 Juli, 2015)

Bir İngiliz’in ‘secondhand embarrassment’ını anlatan bir örnek: Modern bir İngiliz azgelişmiş bir ülkeyi ziyaretinde İngilizce bilen yerlinin engin tarih bilgisini göstermek için artık geçmişte kalmış İngiltere İmparatorluğu’na övgüler düzmesi karşısında utanır.  (Bu örneği ChatGBT’den aldım.)

Peki bir Türk’ün başkası adına utancı nasıldır?

 

Buraya geçmeden önce “başkası” kavramını biraz deşelemek istiyorum. Başkası adına utanma derken buradaki “başkası” kim? Onun adına utandığımıza göre o bilmediğimiz başkası değil. Çünkü utancı onun adına duyuyoruz. Kendimizi duygu aracılığıyla onun temsilcisi sayıyoruz. Bunun tersi de doğru: o sanki bizim temsilcimiz olduğu için nahoş eyleminden utanç duyuyoruz. Temsil ne burada? Aslında kısmen temsil, aramızda mesafe var. Burada gerçek başkası, bizi utandıran yargı, hegemonik ayıplama normu. Freuden dille söylersek bizim de üstbenimiz olan yapı. Peki biz neden ayıplayan norm yerine “mağdur”la özdeşleşiyoruz? Bu sorunun rafine bir cevabı yok. Çünkü rafine bir “tek” sözcüğümüz de yok. Aslında biz iki tarafla da özdeşleştiğimiz için -hem ayıplayan norm gücüyle hem de rezil rüsva olanla- utanç da karma bir duygu haline geliyor. Kısmen temsil demem de bu yüzden. Şimdi “başkası” kavramının  çift anlamlı olduğunu söylemek için elim rahat: “başkası” hem ayıplayan norm gücü hem de bizzat bu norm karşısında rezil rüsva olan diğeri. Aynı şeyi utanç için de söyleyebiliriz. Utancı hem bize yakın olan “başkası” yerine onunla özdeşlik kurarak duyarız hem de onunla aramıza mesafe koyarak. Kendi utancımızı onun adına bir ceza olarak yaşarken aynı zamanda ayıplayan normu arkamıza alarak ceza kesen tarafta da oluruz. Beni utandırana karşı utancın intikamı.  Yani utanç yansıtmalı bir duygudur burada. İçimizde demlenmez, kolayca mimikle iletişim dili haline gelebilir. Bu durumda utanç, mesafeden de öte utandığım kişiden kurtulmamı sağlayan duygu olur. Başlangıçta duygu bana çöreklense de. Şöyle desem daha mı iyi: Başlangıçta başkası adına  utancım bilinçdışı olarak bende konaklar, onu ben davet etmem, emrivaki gelir.

Yalnız şu soruyu aklımızda tutalım, beni utandıran kim? Burada adil olmamız zor. Gerçekte beni utandıran hepimiz üzerinde ayıplama yetkisiyle donanmış hegemonik norm, ama ben beni utandıran olarak rezil eylemi yapanın yanında yer alıyorum. Onu seçmiyorum, ona adeta mahkumum. Birincisi ben utanmaya mahkumum, ikincisi adına utandığım kişiyle aramda yakın bir bağ var, bu bağa mahkumum. Nedir o? Aidiyet mi?

Ekşi Sözlük’te Başkaları Adına Utanmak başlığıyla ilk entrisi 2003 yılında girilen bugün itibariyle 49 sayfa tutan yazılar… tek tek okudum (1). Epeyce kişinin Yetenek Sizsiniz programını örnek vermesi ilginç geldi. Beceriksiz yarışmacılara  karşı duydukları utanç ortak duyguları.   Yarışma programının üç ayağını gözümüzün önüne getirelim:

1.       Yarışmacı

2.       Seçici kurul

3.       Seyirci (salondakiler ve tv’den izleyenler)

 Bir tanesinin linkini koymuşlardı ben de videodan izledim. Sahneye çıkan kişi stand up gösterisi yapacak. Daha seçici kurula hitabında falso veriyor, ondan sonra da her şey kötü gidiyor. Zaten sonrası dediğim de çok kısa, seçici kurul peş peşe ret butonuna basıyor. Adam sadece yarışmadan elenmedi, kendini küçük de düşürdü, işin tuhafı bunun farkında değildi. Sanki haksızlığa uğramış da sineye çekiyormuş gibi ayrıldı sahneden. İşte onun adına utanmamıza yol açan da bu farkında olmama hali. Seçici kurul adamın performansını bizim adımıza çok kısa tuttu. Çünkü daha onuncu saniyeden itibaren adamın gülme beklentimizi söndüren beceriksizliği bizde gerilime de yol açmıştı. Sahiden başlangıçta adam adına ben de utandım. Eğer seçici kurul adamın gösterisine biraz daha izin verseydi utancım yerini öfkeli bir gerginliğe bırakabilirdi. Seçici kurul ret butonuna erken basmakla seyircinin “masum” utancını korudu. Seçici kurulun utanan tarafta olmadığını söylememe bilmem gerek var mı? Bizim utanç tarafında olmamız ise varlığıyla dikkat çekmeyen, meşhur olmayan, tıpkı bizim gibi sıradan olan birinin sahneye çıkması; ve yarattığı hayal kırıklığıyla tekrar bizim aramıza düşmesi. Belki o utansa biz utanmayacağız, hayal kırıklığı da yer değiştirecek. Tıpkı birinin yüksek parkurlu bir yerden artistik hareketlerle denize atlarken kayalara çarpması karşısında duyduğumuzun utanç olmaması gibi. Üzüntü duyarız, empati duyarız. Oysa burada duyduğumuz utanç utandığımız kişiyle aramıza  mesafe koyuyor. Onunla aynı konumda anılmak istemiyoruz. Başkası adına utancın bu versiyonu terk edicidir. Ama aynı zamanda norm koyucudur. Toplumun dizaynında rol oynar, aksayan yanlarını temizler, çıkıntılarına budama yapar.

Peki Çikita Muz şarkısıyla meşhur olan Ajdar’a ne diyeceğiz? Ben Ajdar’ın ilk tanınmaya başlamasını takip edemedim ama tahmin edebiliyorum. Muhtemelen tvye ilk çıkışında seyirciler onun adına utanmışlardır. Ajdar iyice meşhur olunca işler değişti tabi, onun adına duyulan utanç onun gülünçlüğü üzerinden başka bir şeye evrildi. Sadece onun şahsına yönelmiş  bir gülünçlük tatmini değil, aynı zamanda şöhretin kendisine karşı yöneltilmiş bir alay, yani şöhretin kasıntı ciddiyetine karşı rahatlatıcı bir figür işlevi. Ajdar gibiler şöhretin ulaşılmazlığıyla aramızda sempatik bir tampon bölge yaratır (aynı şekilde katı dinciliğe karşı Adnan Hoca’nın yarattığı laubali erotik dinciliğin dengeleyici şok işlevini düşünün). Kendini bizim onu gördüğümüzden daha fazla ciddiye alan yapay, şişkin, kusursuz şöhret imgelerinin havasını alır. Üstelik Ajdar gibilerin şöhretine katkıda bulunurken kontrol bizde duygusu da vardır. Bu figürler adeta kültürel bir topraklama hattıdır.

İşte burada işin püf noktasına geliyoruz. Başkası adına utanma modern bir duygu. Hatta postmodern bir duygu diyeceğim ama daha sonra Atatürk üzerinden vereceğim eski bir örnek beni engelliyor.

 

Almancada ‘Fremdscham’ın rafine bir kavram olarak kullanımı 90’lardan sonra başlıyor. Bu kavramın Almanya gibi yüksek toplumsal kontrol barındıran ülkede çıkması tesadüf değil. Böyle bir duygu önceden de vardı şüphesiz, böyle bir kavramın yeniliği insanın kendi içsel utancından ve kolektif utancından bir kaçış sağlaması babından yeni. Ya da şöyle: ‘Fremdscham’ ikame bir kavram onun dinamiği asıl toplumda kök salmış ve toplumun tutucu karakterinin özü olan utancı değiştiriyor. Aslında utancın muhafaza ettiklerini başkası adına utançla dolayımlayarak. Utanca erdem atfedenler yanılıyor! Başkası adına utanç gösterdiğimiz de bir duygu olduğu için, örneğin gözleme eşlik eden mimikle, bu kadar da olmaz diyen sesle, yadırgayan bakışla vb bir süre sonra meşruiyet verici hale gelir, çünkü izlemek bir kendini değiştirme faaliyetidir de. Tuhaf olanın çekiciliğine ve ona alışma sürecine ara aşama diyelim. Kentin sokaklarında kendini ve diğerlerini sürekli yabancı olarak algılama tekrarı başkası adına küçük, gelgeç utanma deneyimleri de kazandırır insana. Sosyal medya, realty show’lar, Tiktok gibi mecralar bizler için artık sürekli olarak başkalarının garipliklerine, gaflarına, görgüsüzlüklerine, patavatsızlıklarına tanık olduğumuz adreslerdir. Bu tanıklık, sadece gülme, eğlence molası değil, çoğu zaman da rahatsızlık, gerginlik ve başkası adına utanma duygusu içeriyor. Eskiden dar çevrelerde yaşanırdı, şimdi sık sık tekrar ediyor, kolektif hale geliyor; şöhret, özgüven, kitsch, cringe gibi temalarla iç içe geçiyor.

 

Şimdi can alıcı sorumuza geldik: Başkası adına utanma duygusu asıl bireysel utanç duygumuza ne yapar?

Ama önce Türkçede en azından sözlük anlamıyla yapılmayan bir ayrıma dikkat çekeceğim. Utanç ve mahcubiyet ayrımına. Bu ayrımı İngilizcede ‘sham’ ve ‘embarrassement’ kavramları arasında Erwing Goffman derinlikli biçimde yaptı (2). Ben onu tekrar etmeyeceğim. Şimdilik sadece başkası adına utanma deyişinde utanma kavramının İngilizcede ‘embarrassement’ kavramıyla ifade edildiğini söylemem yeterli. ‘Embarrassement’ Türkçede ‘mahcubiyet’ diye karşılanabilir. Ama ikisi arasındaki farkı bilerek deyiş kalıbına sadık kalalım ve yine başkası adına utanma demeye devam edelim. Bu arada Goffman’da başkası adına utanmak diye spesifik bir ayrım olmadığını da ilave edeyim. Nasıl olsun? İngilizce ‘secondhand embarrassement’ (ikinci el utanç) kavramı 2000’lerden sonra ortaya çıkıyor, Goffman’ın ölüm tarihi ise 1982. Goffman’ın yaptığı bu ayrımın  başkası adına utanma kavramı üzerinde başka bir  tezahüründen söz edeceğim. Utanç, bireyseldir, derinlerde yaşanır. İçte yaşanan utanç dışarıdan belli olma endişesine karşı da utançtır. Yani utanç aynı zamanda utancı göstermeme çabasıyla çoğalır. Oysa başkası adına utanma duygusu gösterilir. İki türlü de gösterilir: Birincisi, mesela sahnede bir an repliğini unutan bir tiyatro oyuncusuna empati (koruyucu empati)duyarak gösterilir; koruyucu empatik utanma genellikle kırılganlığa tanıklık etmenin utancıdır. Goffman’ın “yüz kaybı” dediği durumlarda sık görülür. İkincisi, yemek masasında ağzını şaplatan, geğiren birine kem bakışlarla yargılayıcı biçimde gösterilir.

 

‘Utanç davranışı değil, kişiliği damgalar.’ İçimizde her an faka basmaya hazır potansiyel “utanç” nüveleri  taşırız. Çekingenliğimiz bir anlamda utancımıza karşı kontrol bizde hissidir. Utancımız için tutucuyuzdur. İşte yeniden o soru: başkası adına utanma duygumuz bizim bu içsel utancımıza ne yapar?

Dönüştürür.

İnsan günlük yaşamında bu kadar sık başkası adına utanınca, kendi utancıyla kurduğu mutlak ilişki de gevşer. Başkasının sürekli ve umursamazca utanmaması karşısında ister istemez oluşan kanıksamayla… başkası adına utanma kendi utancımız içinde bir tür tolerans, mesafe ve oyun alanı yaratır. Başkası adına utanırken bize ilhamı kendi utancımızın verdiğini unuturuz. Aslında sürekli cepten harcarız, başkası adına utanca aktardığımız kredi kendi utanç sermayemizi tüketir. Bunu iyi veya kötü olmasından bağımsız bir süreç olarak düşünün. Çünkü utanç bir erdem değildir! Neden utandığın ve utancını hangi erdemin koruyuculuğu üzerine yatırdığın iyi ve kötüyü belirler. Yoksa utanç çok derin bir duygudur, ama nötr bir duygudur da.

Eskiden utanç bir günah elbisesi gibiydi; ağır, görünmez ama taşıması eziyetli. Modern çağda başkası adına utanç bu elbisenin kumaşına küçük yırtıklar, esnemeler açar. Ve deliklerden gülme, hafiflik, ironik farkındalık gibi şeyler sızar. Elbise demişken Andersen’in Kral Çıplak masalını farklı bir okumayla anlatabilirsem belki demek istediğime de daha çok yaklaşabilirim. Bilirsiniz, masalın finalinde güya görünmez elbise giyen ama gerçekte çırılçıplak olan kralı ahali seyrederken bir çocuk ‘Kral çıplak!’ diye bağırır. Bir an bu bağırışın hem kralda hem ahalide bir tereddüt anı yarattığını varsayalım. Mantıklı olan da bu. Ahali hemen çocuğun sesiyle aydınlanmış sayılamazdı. Aslında ahali kralı zaten çıplak görüyordu, hiç şüphesiz kral da kendini çıplak görüyordu. Ama herkes görünmez elbiseyi görmemenin budalalık sayılacağına inandığı için (böyle inanmaları bir emir olduğu için), elbiseyi görüyor gibi davranıyorlardı. İnanç hemen tersine dönüşmez, tereddüt anı başkası adına utanmayla bir geçiş duygusu haline gelir. Ahali kralları adına utanır. Ama o zamana kadar kralı çıplak görmek bunu söyleyen çocuğa kadar ciddi bir tecrit altında sessizliğe mahkumdur. Ses görüntüyü değiştirmez, görüneni hakikat haline getirir. Ahali sesle artık krala daha rahat bakarak kendi bedenlerinin olası çıplaklığına karşı utançlarını yumuşatırlar. Diğer taraftan başkası adına utanma aynı zamanda çocuk adına da utanmadır, o tereddüt anında çocuğun bağırması büyüyü bozsa da çocuğun cüreti utanç konusu olur. Gerçek karşısındaki utançla gerçeği söyleme arasındaki utancın ikilemi herkesin içinde bir şeyleri değiştirir.

Modern toplumda başkası adına utancın kültürel yaygınlığı, bireysel “utanç” duygusunun otoritesini kırar; “utanç” artık sadece bastırıcı değil, dönüştürücü ve esnek bir duyguya evrilir.

Bir Türk’ün başkası adına utancı nasıldır diye sormuştuk. Bu sorunun cevabını en iyisi en üst temsilde arayalım, yani Atatürk’te. Başkası adına kendinden utanma. Ama başka bir yazı konusu bu.

 

(1)Ekşi Sözlük’te Başkası Adına Utanmak başlığı da var ama o dört sayfa.

(2) Erwing Goffman, Etkileşim Ritüelleri, Heretik Yay.

 

 


22 Temmuz 2025 Salı

MOTOR SESİ


 

Orta yaşlı bir Karadenizli köylü kadını fındık ocaklarının altında motorlu tırpanla ot kesiyor. Videoyu oğlu çekiyor, “Ah oğlum,” diyor kadın “bu ne güzel bir şey, niye daha önce almadık bunu?” Otlar iz bırakarak devriliyor. Hem düzenleme hem parçalama hazzı. Bir de motor sesinin hipnoz etkisi. Artık zamanı; fındık hasadında yere düşen fındıklar kaybolmasın diye temmuz sonlarında otlar kesilir...

Tahmin edebiliyorum Karadeniz dağları motor sesleriyle inliyordur şimdi.

Daha kötüsü patoz sesi. Ama patoz sesine daha var...

Motor sesi… dünyanın hegemonik sesi. Kentlerin arka fonu, altyapının sesi; arabalar, klimalar, beyaz eşyalar, fabrikalar, gemiler vb… Köylerin de.

Motor sesi ideolojidir. Herkesin rızasını alır.

Motor sesi bir gerilimin boşalmasıdır aynı zamanda (mesela içten yanmalı motorlarda). İnsanın sosyal histerisiyle eşleşir.

Doğal sesler bu hegemonik sesin gerisinde utangaç çığlıklar gibi; rüzgâr hışırtısı, kuş cıvıltısı, su şırıltısı.

Ve her yerde müzik. Motor sesinin taklidi olarak müzik; ya da motor sesinin ikamesi olarak ritmin baterik hali: cis tak! cis tak!.. Müzik çalıyor dersiniz, hayır motor sesi doğaya galebe çalıyor.

Motor sadece ses çıkarmaz, titreşim de üretir. İnsan kulağında rezonans olarak devam eden titreşim. Ses içimizde “çalınır.”

Motor sesi bize ne yapıyor? Motor sesine alışınca neleri yitirdik? Motor hiç şüphesiz insan zekasının en önemli buluşlarından biri, daha somut konuşursak Batı zekasının; peki motor sesinin zekayı öğüten arsızlığı?.. Ortadoğulunun motor sesine toleransı yüksektir, Batı'yla kıyaslanamaz.


Alışmayı (adapte olmayı) en büyük meziyeti olarak algılayan insan motor sesini arka plan olarak kodlar. Böylelikle salaklaşan beyin sessizliği anormallik diye yorumlamaya başlar.

İlk gençliğimde yevmiyeli ot biçtiğim günleri hatırlıyorum. Yerine göre kesim ekipmanlarını; orağı, tırpanı, kirintiyi. Bir de aletlerin ağzı körelince arka cebimde taşıdığım biley taşını. Hadi doğrusunu söyleyeyim, bileyleme dinlenmek için kaçamak yaptığım molaydı daha çok. O sesin her bir ayrıntısına kulak verirdim. Motor sesi dünyayı düzlüyor.

Sessizlik ulan, sadece sessizlik…




6 Haziran 2025 Cuma

GÜNCEL ŞEYLER

                                             KURBAN


                                                   

                                                

Elon Musk 5 Haziran’da sahibi olduğu Twitter/X’ten Trump’a karşı Epstein dosyasını kastederek bir mesaj yayınlıyor: “Have a nice day, DJT.”
Bu söz tehditkâr bir ironi.
‘DJT’ burada Donald John Trump’ın adının baş harfleri. Ama bir gramer tasarrufu değil, senlibenliliği alet eden bir aşağılama biçimi: Di-Cey-Ti…
Hayır tam öyle değil.
Sesin fonetik çağrışımına odaklanalım burada. Bu telaffuz kulağa bir DJ ismi gibi gelmiyor mu? Daha çok bir sahne ismi gibi. DJ’ler üretmezler karıştırırlar, gürültü yapan, şov yapan ama “özsüz” biri gibi. Musk, Trump’ı tiye alıyor.
Bir kez daha söyleyelim. ‘DiCeyTi..’ İnce seslilerden oluşan bir kadın ismini çağrıştırmıyor mu şimdi de? Epstein Skandalı’na gönderme, belki de Trump’ın ilgili adada cinsel rolüne ilişkin bizim bilmediğimiz ama Musk’ın bildiği dosyada yer alan kod adı… Kapitalizmde elitlerin lobisi cinsellik üzerinden kurulur, cinselliğin sırdaşlığı ekonomik sırdaşlığı emniyete alır.
Elon Musk, Trump yönetiminde 150 milyar dolar zarar etti. Trump’ı cinsel sırdaşlığın ifşasıyla tehdit ediyor.
Daha önce de yazdım şu kurban bayramı vesilesiyle bir kez daha tekrarlayayım Elon Musk’ın yüzü bir kurbanın yüzü.


                                                  APO'nun RAPORU



                                        
Abdullah Öcalan’ın PKK 12. Kongresine sunduğu 35 sayfalık raporu az önce Medyascop’tan okudum (https://medyascope.tv/.../abdullah-ocalanin-pkkye.../).
İlk dikkatimi çeken raporun karma dili. Bakın birçok konuya hakimim havasında kuantum mekaniğinden mitolojiye at koşturmaya kalkan magazinel bir dil… laubali mi desem bilemedim. Öte yandan muhatabını önceden belirlemiş; her dediğini doğru kabul edecek kitleye hitap eden bir dil. Şahsen okurken eğlendiğimi söyleyebilirim. Raporda epey yer tutan bu çeşnilerin altında gerçek “entelektüel” birikim olmadığı, sokma akılla yazıldığı o kadar belli ki. Dolayısıyla böyle bir rapora teorik metin muamelesi yapmak başka bir laubalilik olur. Ama yine de bir metin bu. Nasıl bir metin? Sadece Abdullah Öcalan’ı değil, ona inanan kitleyi de anlamak için hastalıklı bir yapının semptomu olarak okunası bir metin.
Aşağıya bir numune bırakıyorum:
“Önderliksel karakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de Önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. Apo gökten inan bir mesih değil; emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir Önderliktir. Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.
"Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter!
"50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için gelişmiyor, Önderleşmiyorsunuz. Sizi Önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim.”

Yukarıda Apo’yu merkeze alan ve etrafında simetri oluşturan fotoğrafın dizaynı hiç şüphesiz "devlet" aklı. "Devlet" yapmak istedikleri için Apo’nun “önderlik”ini muhafaza ediyor. Dünyada bunun başka örneği var mı bilmiyorum, son derece yaratıcı ve özgün.

Fotoğrafta kendini merkeze almanın narsisizmi.
Abdullah Öcalan'ın arkasındaki uzun ince dikdörtgen simetriyi desteklemek için vektör olsun diye oraya konmuş sanki. Photoshop da olsa fark etmez. Bardak ve şişeler bile simetri.

Ama bunun Apo’yla sınırlı olduğunu sanmak gaflet olur. Türkiye solunun patolojik narsisizme neden bereketli bir zemin sunduğunu ayrıca sorgulamak gerekir.
Daha altta Tayyip Erdoğan'ın masası. Sağındaki ve solundaki kişilerin sayısı aynı: on dört. Onlar kişi değil, sayı. Sırf bu sayı bozulmasın diye Tayyip Erdoğan'ın tam hizasına sandalye konmamış, boş bırakılmış. Tayyip Erdoğan'ın kafası arkadaki kapının dikey çizgisine denk geliyor.
Peki bu fotoğraflara bakanların gördüğü şey ne? Onların optik algısı ne?



    
                          

“ANCAK SAVAŞANLAR BARIŞABİLİR.”

Abdullah Öcalan bu sözü raporunda kendi vecizesi gibi kullanmış. Bazı sözler ilk söyleyeni olamayacak kadar harcıalemdir. Söz bir doğruluğa çağrıymış gibi gözükse de savaş-barış döngüsünün absürtlüğünü de gösteriyor.
Oysa bu söz hem tarihsel olarak doğru değil hem de ahlaki olarak.
Yakın tarihten örnek vereceğim:
Lozan Anlaşması fiilen savaşan Yunanların ve Türklerin heyetleri arasında değil asıl olarak 1. Dünya Savaşı’nın galibi “büyük” devletler ile Türkler arasında yapılmıştır.
Kuzey Vietnam ile Amerika arasında savaş 1973 Paris Anlaşmasıyla bitti, ama savaş 1975’te Saygon’un düşmesine kadar devam etti. Yeni Vietnam ile ABD arasında gerçek barış 1995 yılında imzalandı. Anlaşmayı imzalayanlar savaşan eski nesil yöneticiler değil yeni nesil yöneticilerdi.
II. Dünya Savaşı’nın mağlubu Almanya ile savaşın galipleri (ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa) arasında gerçek anlaşma 1990 yılında 2+4 biçiminde imzalandı. Burada “2” Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesini temsil ediyor.
Ahlaki sakıncası ise şu: Bu söz, elimizde haklı ve haksız savaş gibi bir eleme ölçüsü olsa bile iki tarafı da hiç yoktan “barışsever” gibi bir erdemle aklıyor. Ama söz asıl gerçek anlamını gizliyor: Barış yapan elitlerin süngü tüfekle savaşanların fiili meşakkatini hiç yaşamadıkları gerçeğini.
Yine de soralım Öcalan, Erdoğan, Bahçeli arasındaki pazarlıkta “barış” amaç mı yoksa pazarlığın yan etkisi mi? Mesela PKK bu pazarlığa karşı çıkanları “susturmak” gibi bir misyonla faaliyetine devam edecek mi?


                                    İLERLEME TAPINCI





Eski sol fraksiyonların günümüz uzantılarıyla ilgilenmiyorum, uzun zaman oldu kim nedir bilmiyorum yani. Aşağıdaki afişi görünce şaşırdım (benim yaşama sevincim bu: ne yap et, her gün seni şaşırtacak bir şey gör, özellikle o tuhaf şey kendini unutturacak/gizleyecek kadar olağansa).
Bu afişin altında Halkın Kurtuluşu Partisi yazıyor. 12 Eylül öncesi Maoculuğun türevlerinden biri Halkın Kurtuluşu diye bir dergi vardı, herhalde onun mirası etrafında toplananlar dedim. Ne olur ne olmaz diye bir de İnternet’e baktım, meğer bunlar Doktorculuğun (Dr Hikmet Kıvılcımlı görüşünden olanlar) türevlerinden biriymiş. Hemen jeton düştü tabi, afişteki bu söz ("İstanbul'un fethi ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.") Dr Hikmet Kıvılcımlı’nın.
Yıllar yıllar önce Doktor’un İstanbul’un fethiyle ilgili yazdığı kitapçıktan hatırlıyorum. Doktor ilgili yazısında İstanbul’un fethinin Avrupa’da Rönesans’a ve Amerika’nın keşfine neden olduğunu da söylüyordu. Bu görüşün bir özgünlüğü yok. Doktor’un niyet-neden ile nedene karşı nedeni birbirine karıştırdığı belli. Yoksa aynı neden mantığıyla İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin nedeninin 2. Dünya Savaşı olduğunu söylemek mümkün; aynı kafayla 2. Dünya Savaşı’na da ilerleme denebilir. Burada sorunlu olan şey tarihe bir ilerleme-gerileme mantığıyla bakmak. Eski “sol”un saçma sapan kalıntıları.
Ne kadar saçma olursa o kadar iyi. Bugünkü eskiye bağlı “makul” solu da açıklayacak bir afiş bu. İnceliğe dikkat, yancı uzlaşmacılık sağcılıkla kendini melezleyeceği şeyleri orijinal geçmişinde buluyor.



                                                            SANA NE!
Ajda Pekkan sözlerini Ülkü Aker’in yazdığı ‘Sana Ne; Kime Ne?’ şarkısını 1975 yılında seslendirmiş (beste Phillippos Nikolaou’nun). Şarkının sözlerinde kadın cinsiyetinin geçmemesine danışıklı sansür (oto sansürden farklı), şarkıyı bir kadının söylemesine üstü örtülü cüret diyebiliriz. Öyle ya ‘Sana ne?’ diyen kim? Cinsiyetsiz özne. Ama buraya takılmayalım şimdi, şarkının sözlerinden aldığım karışık birkaç dizeyle meramımı başka türlü anlatmayı deneyeceğim:
Kimin ne hakkı var ki/Karışır hayatıma.
Bu kalp benim değil mi/ Severim severim.
Hür doğdum hür yaşarım (İstiklal Marşı’na gönderme)/ Kime ne kime ne.
Ajda Pekkan kendi imajını söylediği şarkılarla oluşturuyor. Ya da en iyisi şöyle diyeyim, şarkı sözü yazarlarının Ajda Pekkan imajına uygun söz yazdıkları bir dönem başlıyor. Geçmiş plak arşivine bakınca görmek kolay, bir proje olmasa da adım adım ilerleyen bir süreç. Mesela Boşvermişim Dünyaya, İki Yabancı, Ne Tadı Var Bu Dünyanın, Durdurun Şu Zamanı, Ben Bir Köylü Kızıyım… Bunlar arasında Ben Bir Köylü Kızıyım (1969) parçasını özellikle dinledim. O zamanlar bir köylü kızının aşkını bangır bangır söylemesi pek mantıklı değil. Ama Ajda Pekkan’ın gerçek yaşamı asi kadın imajına arkadan destek veriyor. Bir ayağı Batı’da, Türkiye’ye gidip gelen, yabancı ünlü şarkıcılarla düet yapan biri. Zaten şarkıların bestesi Batı menşeli. Ajda adının tınısı da Batı fonetiğine yakın falan (ilk adı Ayşe bu arada). Şarkıyı dinleyen ‘Sana ne’ demenin gücünü Ajda Pekkan’ın varlığında görüyor. Hiç şüphesiz reşit olmuş bir kadının ‘Sana ne’si değil bu. Kendisini bu topraklara yabancı kılan birinin ‘Sana ne’si. Bana karışamazsınızla ben sizden değilim iç içe. Dolayısıyla sözün tepkisel bir iticiliği var. Ama sanki başka türlüsü de mümkün olamazdı. Bunu Türkiye modernleşmesinin özgün tarafı olarak kabul edelim.
Ve kabul edelim ki, ‘Sana ne!’ diğeriyle arasına sınır çizici, men edici, sert bir söz. Modernleşme Ajda Pekkan üzerinden şiddeti ifade etse de bu bizi yanıltmasın, aslında ‘Sana ne!’ modernleşen bireyin defansif hali. Ben sana karışmıyorum sen de bana karışma.
‘Sana ne’nin tüm dünyada yaygınlaştığı (elbette bizde biraz daha geç) bir tarihi saptayabiliriz. Ama ‘Sana ne ‘ asıl vurucu anlamını kadınların asi tavrında kazanıyor. Çünkü kadınların ağzında ‘Sana ne’ benlik kurucu bir söz.
Ama bizde bu ‘Sana ne’nin tersine bir anlam genişlemesiyle ahlâki durumları da kapsadığı ortada. Hangi durumlarda ‘Sana ne’ deyip demeyeceğini bilmeyen vatandaşlar... Mesela amatör bir satranç oyuncusu atını oynadıktan sonra kendisine yanlış hamle diyen arkadaşına ‘Sana ne!’ diyebilir, ama hileyle kural dışı hamle yaptığında kendisini uyaran rakibine (hakeme) ‘Sana ne!’ diyemez.
Türkiye'de ise bu ahlaki ayrım muğlak. Yani ‘Sana ne’nin yaygınlığı modernleşme karşıtı olarak da kullanılabilmesinde gizli. Eşini döven bir adama müdahale etmeye kalktığınızda ilk sözü ‘Sana ne’ oluyor. Toprağına zehir serpen bir çiftçi kendisine karışılmasını hiç istemiyor, söz yine aynı: ‘Sana ne!’ ‘Sana ne’nin bu olumsuz kullanımı bireyin kendi dokunulmaz mahremiyeti için elde ettiği meşru ‘Sana ne’den geçinen bir asalak.
Bugün Twitter’da dinci tarihçi yazar Mustafa Armağan Fransa devlet Başkanı Macron’un karısından şamar yediği videoyu paylaşmış ve şöyle bir yorum yapmış:
“Avrupa’da lider diye bir şey kalmadı.”
Tam burada söylenecek söz: Sana ne Mustafa, sana ne!
Ben Macron’u demokratize eden karısı Brigette’in şamarını görüyorum, bu şeffaf anın tadını çıkarıyorum; Mustafa ne alakaysa “Avrupa’da lider diye bir şey kalmadı.” dedikten sonra devam ediyor: “Karısı Brigitte’ten tokat yiyen ( görüntüye tekrar baktım… o tokat değil Mustafa, hatta şamar bile değil, eliyle ağzıyla çenesine doğru ittirme. Gerçi tokat olsa da fark etmez.) Fransa Devlet başkanı Emanuel Macron rezil oldu dünyaya, Fransa’da…” Mustafa’nın kafasında Emanuel Macron ve Brigette’ye alternatif Tayyip ve Emine var belli ki.
Mustafa dünyaya rezil olmanın ne anlama geldiğini bilmiyor.
Kendimi alamıyorum bir kez daha söyleyeceğim, tamam Brigette Kocası Macron’a vurmuş, iyi de sana ne Mustafa!


                                         EŞİTLİK




Anti emperyalizm ile anti kapitalizm arasındaki temel fark Ekim Devrimi ve tek ülkede sosyalizm görüşünün Batı sosyalizminden kopmasıyla başlıyor. Bu aynı zamanda SSCB’nin dış politikası: Batı’nın “emperyalist” ülkeleriyle iyi geçin, Doğu’nun anti emperyalist hareketlerini destekle. Akıllıca bir dolayım. Ama ne pahasına?..
Fransız Devrimi’nin sloganlarından biri eşitlik. Düşünün kralla köle eşit olsun! Bu o zamana kadar dile gelmemiş bir cüret. (Sağcı kafa adalet kavramıyla eşitlik kavramı arasındaki farkı adalet lehine yorumlar.)
Marx, bu eşitlik kavramına emek-değer teorisiyle yeni bir ufuk açtı. Yine de eşitliğin Batı solunda ve Doğu solunda algılanışı arasında dağlar var.
Stephen Kotkin’in Stalin kitabının II. cildini okurken öğrendim. Meğer Mao, Çin Komünist Partisi’nin 1934-35 yıllarında “Uzun Yürüyüş” eyleminde zaman zaman tahtıravanla taşınmış (elbette tahtıravanı taşıyanlar açısından ağırlığın önde ve arkada dağılımı olarak eşitlik söz konusu 🙂 ).
Zor. Ama her şeye oradan bak: karşındaki (veya sen) eşit ilişki kuruyor mu kurmuyor mu?