Herhalde
başlıktan anlaşılıyordur, bir film eleştirisi vaat etmiyorum.
Açılışta
karla örtülü bembeyaz doğayı görünce acaba film nerede çekilmiş diye merak
ettim. Filmin finalinde mekân belli, Nemrut Harabeleri… filmin çekildiği köy ve
kasaba ise muğlak. Diyaloglarda kasabanın özel ismi yok. Kasabada geçen
sahnelere özellikle dikkatlice baktım arabaların plakaları okunmuyor. Bir tek
Kenan öğretmenin otomobilinin plakasında 25’i görüyoruz (dk.29); Erzurum.
Sonradan öğrendim, film de zaten Erzurum’un Karayazı ilçesinde çekilmiş. Yine
de bu bilgi plaka ile filmin Karayazı’da çekilmesi arasında bir kesinlik
ilişkisi kurmamıza yetmiyor, daha çok çağrışım (çünkü aynı araba başka bir
sahnede -filmin 93. dakikasında- 01 Adana oluyor). Nasıl bir çağrışım
söyleyeyim. Doğu ama kimse Kürtçe konuşmuyor. Doğuluğu muhafaza eden etnisiteye
de vardırmayan, oranın yerlisi birtakım kişilerin politik öykülerinde
sezdiğimiz karma bir yer. Bilmemiz gereken tüm çağrışımlarıyla Doğu. Sadece
Doğu: uzaklığı, mahrumiyeti, resmi görevlilerle mesafesi ve karakışıyla.
Mecburi hizmetin bölgesi, yani gönülsüzlüğün ve sürgünün.
Bir
taşra derecelemesi yapsaydık en üste Doğu’yu yazmamız haksızlık olmazdı
herhalde.
Filmin
zamanı günümüze yakın, İnstagram zamanı. Ama asıl zaman bu değil, biz Samet’in
dört yıllık mecburi hizmetinin dolduğu zamandayız.
Samet
yıl sonunda tayinini yaptıracağını bildiği halde gitme arzusunu ikide bir
tekrarlıyor. Ben de yazımın içeriğini bu tekrarlar üzerine kurdum. Şimdi
gelelim filmde saptadığım sahneler üzerinden gitme arzusuyla ilgili söyleyeceklerime.
Sömestr
tatilinden dönmüş Samet’e okulun ilk günü sabah kapıda karşılaştığı hizmetli
Nail Efendi’nin “Noldu döndün yine kürkçü
dükkanına.” demesi. Bunu Samet öğretmenin gitme arzusunun ön habercisi
olarak anladım. Nail Efendi Samet’le aralarındaki senlibenlilikten
izin alarak onun geri gelmesini bir tür yenilgi biçiminde söylüyor. Ya da
mukadderatmış gibi. Tabi şaka yollu.
Devamında
öğretmenler odasında Samet hizmetli Nail Efendi’nin öğretmenlere yumurta satma
isteğini bildirince Firdevs öğretmenin tepkisi: “Yiyemiyorum ben buradakilerin şeylerini, valla kimse kusura bakmasın.”
Firdevs öğretmenin filmde ciddi bir rolü yok. Hakkında fazla bir şey
bilmiyoruz. Ama sadece bu repliği bile onun yerli olmadığını anlamamıza
yetiyor. Daha ötesi ‘Yiyemiyorum ben buradakilerin şeylerini’ derken burnu
havada yabancılığını yemek zevki üzerine kuruyor. Yiyeceği yenmeyen yer ikram
yeteneğini kaybetmiş demektir. Onlara ihtiyacım yok, onların bana verecek bir
şeyi yok diyen yabancı karşısında yerli… Batılının gitme arzusu Doğulunun
misafirperverliğini elinden alıyor. Öğretmenler odasında Firdevs’in bu sözü
rahatça söylemesini sağlayan şey diğer öğretmenlerle paylaştığı eğreti olma
hali. Herkes bir gün buradan gidecek. Mesleki aidiyetten daha önemlisi eğreti
olmanın aidiyeti. Eğreti olmakla yabancılık arasında ayrım yapma düşüncesi beni
kışkırtıyor ama konu dağılacak. Geçtim.
Samet’ten
aldığı borcu ödeyemeyen (ama borcunu dillendirecek kadar nazik ve mahcup) köyün
yerlisi işsiz Feyyaz’la karşılaşma: Feyyaz, “Gideceğim hocam buralardan” diyor. Varto’da açılan bir gazinodan
iş teklifi almış haber bekliyor. İşin olup olmayacağı belli değilken gitmekten
söz etmesi bir yanılsama aslında. Böylece kendisini işe yaramaz hissetmekten
kurtarıyor. Bu yanılsamayı gitmenin sözünü ederek yaşayabiliyor ancak. Haber
beklemesi doğal olarak borcunu da erteliyor (borçlu halini sürdürmesini
olanaklı kılıyor diyelim). Daha önce bir güvenlik görevlisi işi varmış olmamış.
Artık onun sözü tükendi. O halde yeni iş için bekleme süresi ne kadar
belirsizse beklemekten ve işten söz etmenin ömrü de o kadar uzayacak. Kendisi
hakkında bilgi vermesi=itiraf yükümlülüğü=ödeşme. Sanki ne durumdasın, gitmenin
hangi aşamasındasın sorularına cevap veriyor. Öte yandan Samet’le kurduğu
yarenlik bir ortaklığa dayanıyor, gitme arzusuna. Yerele dışarıdan gelen
aydınlanmanın ürettiği arzudur bu.
Peki
köyünde kalmaya karar vermiş veteriner Vahit’e ne diyeceğiz? Yerlinin gitme
arzusunu kendi bölgesinde kalmaya karar verip de içinde uhde kalmış duygunun sürmesi
olarak düşünmeyelim. Yerli aydın yabancı aydınla ilk temas noktasıdır. Tedricen
yerelin dünyasında kaybolurken aydın tarafını yabancıyla ilişkisinde canlı
tutar. Aydın tarafının yerel ahaliye karşı yabancıyla (yani Samet’le) kurduğu
yakınlık gitme arzusunun yerini almıştır. Veteriner Vahit, Samet’le baş başa
kaldığı bir sahnede, “Ya işte görüyorsun
Hoca, kendi başına dikilmek zor buralarda. Herkes bir yana devrilmeni ister…
Adamın iki tane hasta ineğini ayağa diktim. Gelmiş köpeği vurmuş benim sonra.”
Samet neden diye sorar. Vahit “İnsan olduğu
için.” der. Aynı sözü bir daha tekrarlar. Yerel ahali genel insan
kavramıyla bulanıklaşır. ‘İnsan her yerde aynıdır.’ Yerel yaşama katlanmanın
şiarı.
Nuray
ve Samet'in ilçede Nuray’ın görev yaptığı okulun kantininde tanışma sahnesi.
Samet’in Nuray’ı da tanıyan ortak arkadaşları Sercan aracı olmuş. Sercan’ı
filmde görmüyoruz, gizli çöpçatan. (Taşra=Olumsal tanışma yasağı. Ve buna karşı
bir tür tanıştırma kurumu olarak çöpçatanlık.) Samet dört yıldır köyde olduğunu
söyleyince Nuray “Tayin zamanın dolmuş,
tayin isteyecek misin?” diye soruyor. Samet, “Geldiğim ilk dakikadan beri aklımda sadece gitmek var,” diyor.
Nuray’ın daha önce Ankara’da okuduğunu, görev yaptığı ilçenin yerlisi olduğunu
şimdi ailesiyle kaldığını Sercan’dan öğrenmiş. Nuray’ın yerliliğine bu
saldırısı aralarındaki “taşra sıkıntısı”nın denk olmadığını ima etmesi
açısından ilginç. Sanki (Edip Cansever’in) “İnsan
yaşadığı yere benzer” dizesini diğerinde alınganlığa yol açacak biçimde
söylemek gibi… Ama bunu söylerken Ankara’da okuyan ve metropole alışan Nuray’ın
yerlisi olduğu bu ilçeden olası gitme arzusuna da güveniyor. Nuray “Nereye?” diye soruyor, Samet, “İstanbul’a,” diyor. Samet’in İstanbul’a
gitme arzusuyla İstanbul’a gitme arzusunu söyleme arzusunu birbirine
karıştırmayalım. Samet nereye sorusuna cevap vermiyor, sorunun sunduğu fırsatı
değerlendiriyor. Samet aslında Egeli, İstanbul çıtayı yükseltiyor. Bundan söz
açmanın ona sağladığı üstünlük mü desek? Konuşma akmıyor, Nuray Samet’in gitme
arzusuyla hemhal değil. Sahne kesik.
Gitme
arzusunun çocuklar üzerindeki tezahürü var ki buraya biraz daha fazla dikkat
çekmek istiyorum.
Samet’in
eşeğiyle poz vermiş bir köy çocuğunun fotoğrafını tahtaya asması ve çocuklara
bunun portresini yapmalarını söylemesi. Çocukların itiraz etmeleri… Bir çocuk, “Ama hocam hep aynı şeyleri çizdiriyorsunuz;
hep dağ, taş, kar eşek çizdiriyorsunuz.” Buna karşı Samet, “İyi ya işte, iyi bildiğiniz şeyleri
çizdiriyorum. Daha ne istiyorsunuz?” Başka bir çocuk, “Ama hocam deniz çizsek daha iyi olmaz mı?” diyor. Sonraki
konuşmalardan çocukların denizi televizyonda gördüğünü anlıyoruz. Bir çocuk
İzmir’deki akrabasının yanına gidince görmüş denizi. Çocuklar için deniz gitme
eyleminin imgesi. Deniz=Uzak. Ama bu konuşma olmadan önce Samet çocukların
nesne olarak denizi hiç bilmediğini sanıyor. Doğu çocuklarında batıya gitme
arzusunun ayartıcısı olarak deniz… Köyde çocuklar önce evle okul arasında
giderler, bir mesafe almaktan çok sembolik bir gitmedir bu. Dışarıdan gelen
öğretmenin yanına ve dışarlıklı bir kurumun içine. Bazen daha uzak ve daha
küçük mezra gibi yerlerden okulu olan daha büyük köylere. (Sevim gibi. Sevim,
Samet’in gözde öğrencisi ve platonik aşkı. Öğretmenle öğrenci arasında platonik
aşk hem cüretkâr hem de sözcüklere dökülemeyecek kadar sinik. Samet’in gitme
arzusunun Sevim’de olası yansımasını yazının sonuna sakladım.) İlk gitme
provaları böyle başlar. Sonra haritayı öğrenirler, harita üzerinde kendi
oturdukları yeri ve adını sık sık duydukları İstanbul’u Ankara’yı bulurlar… ve
büyük şehirlerin resimlerini görürler. Gitme düşüncesi hayal gücüne işlenir.
Model aldığı öğretmen gider; yaz tatiline, sömestr tatiline ve bir gün tayini
çıkar hepten gider. Ama çocuk da gidecektir, ortaokulu bitirince ilçe lisesine,
liseyi bitirince batıya daha büyük şehirlere…
Eğitim
gitme arzusuna cevap verdiği gibi gitme arzusunu yaratır da. Herkes
asimilasyonun dilde olduğunu sanır, hayır asimilasyon imrenmeyle ve gitme
arzusuyla başlar. (İngilizce öğretmeni Nuray, Kenan’ın sorusu üzerine
öğrencileri için “Ben mi onlara İngilizce
öğretiyorum onlar mı bana Kürtçe, orası belli değil.” derken kendi
yerelliğinin çoktan melezlenmiş olduğunu gösterir bize.) Öğrenim düzeyi
yükseldikçe (bunu okuduğu üniversite şehri büyüdükçe diye okuyabilirsiniz) kişi
merkeze daha çok yaklaşır, geldiği yeri daha çok terk eder. Ve yerlisi olduğu
ahaliye yavaş yavaş taşralı gözüyle bakar. Çocuğun angaje olduğu ve bir gün
kendi gidişini de kafasında hazırlayan bu pedagoji onun zayıf tarafıdır
da.
Nasıl
zayıf tarafı?
Şimdi
anlatacağım sahne tam da bu:
İki
kız öğrencisinin (biri Sevim) kendisine yönelttiği taciz şikâyetiyle boğuşan
Samet bir gün sınıfa gergin girer. Öğrencilerin hengâmesine öfkelenir ve
bağırarak şunları söyler: “Hiçbirinizin
ileride ressam messam olacağı yok. Biliyorum bunu. Sizler patates, şeker
pancarı ekeceksiniz ki, ne olacak zenginler rahat yaşayacak. Öyle değil mi?
Maalesef öyle. Gerçek bu, yapacak bir şey yok. Ama bu deveyi gütmek zorundayız
burada.” Elindeki tahta kalemini masaya fırlatır, kendi kendine konuşur
gibi ama öğrencilerin de duyacağı biçimde “Nereden
düştük buraya ya?” der. Yani öğrencilere gidemeyeceksiniz der. Onları en
zayıf noktasından vurur, gitme arzularını örseler. Eğer gidemeyeceklerse
eğitimin ne önemi vardır? ‘Nereden düştük buraya?..’ Dışarıdan gelen öğretmenin
yerli öğrenciyle yabancılaşmasının zirvesi. Yaşadığınız yeri sevmiyorum. Direkt
sizi sevmiyorum demeden bunu demeye getiren söz. Aksine bir yerin manzarasına
hayranlığını söylemek o yörenin insanına övgü değil midir? Bu yüzden turistik
bölge insanları gitme arzusunu daha az duyarlar.
Aynı
lojmanda kalan Samet ve Kenan köyün dışındaki Ebedük denilen yere su almaya
giderler. Samet’in Kenan’a Nuray’ın fotoğrafını gösterip çöpçatanlığa soyunduğu
sahne: Kum saati işleviyle iki arkadaşın orada oluşlarının süresini belirleyen
ip gibi ince akan musluğun suyu ne güzel bir buluş! Gitmenin ve eğleşmenin
minimal hali. Kenan fotoğrafa bakınca “Güzel
kızmış,” der. Samet, “Fena değil.”
Diyalogun devamına yol gösteren kilit bir ayrıntıdır bu. Kenan Samet için güzel
kızmış derken kızı olumlar (dolayısıyla Samet’i), Samet fena değil diyerek
yakıştırmayı üzerinden atar, arkadaşına yöneltir, “Tanıştırayım istersen sizi,” der. Kızın Kenan’a uyan özelliklerini
sayar: “Akıllı, resim yapıyor, İngilizce
öğretmeni, Alevi ve ikiniz de buralısınız.” Kenan, “Madem bu kadar iyi sen neden şey yapmıyorsun?” diye sorar.
Buradaki “şey” çok iyi seçilmiş bir sözcük. Yerine geçen ya da ima eden sözcük
değil. Elbette joker bir sözcük "şey" ama daha çok arındırıcı tarafıyla,
adlandırmaktan imtina edip, diğeriyle arasına mesafe koyan. Samet hemen
yapıştırır cevabını, “Ben gidiyorum oğlum
buradan ya. Allah Allah. Hem ben öyle evlenmek falan istemiyorum ki yani." Samet
Nuray’ı kendisi için düşünmeyişini pekiştirmek için iki ayrı nedenmiş gibi iki
ayrı cümleyle söylüyor bunu ama kafasında her ikisi de birbirinin gerekçesi.
Evlenemem çünkü gidiyorum, evlenirsem burada kalırım çünkü kalmak istemiyorum.
Peki
gitme arzusu nasıl baskılanır?
Arabayla.
Kenan’ın
arabası vardır. Ailesiyle kalan Nuray araba almanın önce sözünü eder sonra
alır. Oraya yerleşmiş okul müdürü Bekir araba almak ister, Samet’e markasını da
söyler, Honda. Gezeriz der. Gitmenin zıttı olarak gezme. Samet ‘Sen yakmışsın
gemileri’ der müdüre. Farkında veya değil, gitme aracı olan arabanın gitmeyi
engelleyen paradoksunu dile getirmiş olur. Çünkü Samet için gitmek terk
etmektir. Arabayla gitmek ise daha baştan dönüşü içerir. En iyisi Kenan, Samet ve Nuray’ın üçlü
buluşmasında aralarında geçen şu diyalogu takip edelim şimdi:
NURAY:
“Burada kalacaksam da en azından taksitle
falan şöyle araba mı alsam diyorum.”
KENAN:
“Süper olur ya. Gayet mantıklı, evet.”
NURAY:
“Araba büyük özgürlük sonuçta.”
KENAN:
“Tabi canım ya.”
NURAY:
“Ne bileyim en azından atlarsın, çevreyi
gezersin, bir kırlara çıkarsın, çevreyi keşfedersin.”
Nuray
ve Kenan’ın gezme övgülü karşılıklı konuşmaları bir an için Samet’i dışarıda
bırakır. Samet kem gözle izler onları. Nihayet söze karışır.
SAMET:
“Gezmek güzel tabi de. Zor ya. Karda,
kışta kıyamette. Epey zor.”
KENAN:
“Yok. Gezilir ya. Ne olacak, bakma
hocama. Her yer yollar falan açık. Gezilir.”
SAMET:
“Nereye gezilir mesela Kenan Hocam?”
KENAN:
“Neresi olursa hocam ya. O kadar güzel
yerler var ki çevrede”
SAMET:
“Neresi var mesela?”
KENAN:
“Mesela Diyadin Kanyonu var. Hiç gördünüz
mü orayı?
NURAY:
“Şu Ağrı tarafındaki.”
KENAN:
“Hemen Ağrı’yı geçince.”
SAMET:
“Uzak oğlum o. Nasıl gidilecek oraya?”
KENAN:
“Gidilir ya. Arabayla gideceksin işte
hocam.”
SAMET:
“Tamam da zor işte. Bir tipi mipi oldu mu
bitti işte. Yol kapandı, onu diyorum.”
KENAN:
“Tipiyi beklersek de hiçbir şey
yapamayız. İnsanın istemesi önemli galiba hocam.”
NURAY:
“Yani güzel mi? Güzeldir herhalde.
KENAN:
“… O kadar güzel manzarası var ki…”
Duyduğum
en güzel sinema diyaloglardan biri. Birkaç kez izledim bu sahneyi. Araba
gitmenin ikamesi gibi görünüyor. Ama üzerindeki plakanın ait olduğu
yöreyi göstermesi gibi araba insanları daha çok oralı yapıyor. Daha çok oralıyı
başkası olarak oralı diye de söyleyebiliriz. Araba sayesinde yaşadığı yerin
güzelliklerini “manzara” olarak yeniden keşfeden yeni yerliler. Bir tür turist
efektidir bu. Yorucu gitme/kalma ikileminin mahmurluğu arabayla def edilir.
Arabayla giderler ve evlerine dönerler. ‘İnsanın evi gibisi yok.’ Diğer her
yerde arabanın park sorunu vardır, araba park etse bile bulunduğu mekânı zapt
edemez; insanın gittiği yerde eğreti olmasının bir başka ikamesidir bu.
Kasabada, köyde araba evin önündedir. İnsan eviyle olduğu gibi ister istemez
arabasıyla da kök salar.
Kermesin
de yapıldığı sekizinci sınıfların mezuniyet töreninde Kenan’ın sıklıkla
inzivaya çekildiği malzeme odasına öğrencisi Sevim’in elinde pastayla içeri
girdiği sahne:
“Valla Sevim benim için bitti buraların
hikâyesi, geriye kaldı bu çöplüğü unutmak… Tayin istedim gidiyorum yani, bir
daha dönmemecesine… Bana söylemek isteyip de söyleyemediğin bir şey var mı?..” Artık belli, Kenan ondan aşk itirafı
duymak istiyor. Ama bu gerçekleşmez. Ya ortada aşk yoktur ya da gitmek aşkın
şantajı olarak beş para etmez.
Şimdi
filmde çokça tartışılan “pedofil” yakıştırması için biraz gerilere gidelim.
Bir sahneyi kaçırmışım, Medyascop’ta
Elif Gökçe Aras’ın Kuru Otlar Üstüne Üzerine yazısını okuyunca fark ettim. E.
G. Aras’ın yazısında şöyle ara yere sıkışmış bir bilgi: “Gözde öğrencisinin (Sevim) gelip mektubunu istemesi üzerine kendisini
öğrencisinin aşkını itiraf etmesine hazırlayan ve kendince onu rahatlatan
Samet, kızın akranı bir erkeğe âşık olduğunu anlayınca bozulur.”
Kendi kendime tekrarladım. Öğrenci
Sevim’in başka bir erkeğe âşık olması mı? Sevim’in başka bir erkeğe âşık
olduğunu faş eden sahne neredeydi ki? Filmi 3 saat 15 dk yeniden izlemek zaman
kaybı, iki arkadaşımı aradım, onlar okulun bahçesinde Sevim’in bir erkek
çocukla özel konuştukları sahne dediler. Açtım Netflix’i ileri geri ileri geri
derken ilgili sahneyi buldum.
Samet lojman arkadaşı Kenan’la okulun
bahçesinden çıkarken köşede Sevim’le erkek arkadaşının konuştuğunu görür!
Sinemada evrensel klişelerden birinin çok iyi çekildiği bir sahne, bir kişinin
ruh halini onu izleyen diğerinin davranışında yansılamak. Daha önce kaçırdığım
bu sahneyi iki üç kez izledim. Merak edenler şimdi yazacaklarımı filmin 45.
dakikasında takip edebilirler.
Evet okul bahçesinden çıkarken Kenan son
veli ziyaretinde başından geçen bir öykü anlatmaya başlıyor Samet’e.
(Fermuarını açık unutmasıyla ilgili bu hikayenin müstehcen vaadi acaba benim
Sevim’in oğlanla “özel” ilişkisini göremememe yol açan sebep mi? Hayır başka
bir sebep daha var, birazdan anlatacağım.) Şimdi ilgili sahneye bakalım: Bir
çekidüzen ve vaziyet alma sahnesi. Samet, Kenan’ın anlattığı hikâyeden bir anda
uzaklaşır, yüzündeki gülümseme devam ederken şaşkın halde başka bir tarafa
bakar (gülümseme ve şaşkınlığın aynı anda devam etmesi; gözle ağzın duygu
bütünlüğünden kopuşu olarak). Bedeni Samet’e dönük duvara dayadığı koluna
alnını yaslamış oğlanın hem Sevim karşısındaki kendine güvenen rahat hali hem
de bir bacağını huzursuzca sallaması ve Samet öğretmenle göz göze gelince toparlanması…
bu toparlanmanın kameraya arkası dönük Sevim’e bir işaret vermesi ve Sevim’in
Samet’i görmesi. Üçlü tedirginlik…
Bu sahne Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dan
bağımsız, seyirci kutuplaşmasına sebep olabilir. Olmuş bile Samet, kızın akranı
bir erkeğe âşık olduğunu anlayınca” demiş E. G. Aras. Oysa bu sahne NBC
açısından kasten şu ya da bu anlamla yaftalanamayacak kadar
muğlak. O zaman soralım, neden böyle bir seyirci eğilimi var? Ve
neden ben bu sahneyi atladım? Kusura bakmayın bu yazının daha fazla uzamasını
istemiyorum. Sorunun kendimle ilgili kısmına öncelik tanıyıp bırakayım. Ben
Samet’le Sevim arasındaki ilişkinin dışarıdan “pedofili” diye adlandırılışı ile
kendine has platonik yakınlaşma halinin gerilimine kaptırmıştım kendimi. Bu
yakınlaşma hem aleni hem de mahremdi. Ben bu zıtlığın tuhaf oksimoronunu
Sevim’in aşk mektubunu Samet’ten ısrarla istediği sırada kahve vermek için
odaya girmeden ardına kadar açık kapıya tıklayan okul hizmetlisi Nail
Efendi’nin davranışında ve Samet’in ona ‘Niye kapıya vuruyorsun kapı zaten
açık’ deyişinde gördüm. Nail Efendi Samet için kafasında “pedofili” şablonunu
taşıyor, tam da abartılı saygısıyla bu mahremiyetin altını çiziyor. Pedofili
suçlayıcı bir sözcük. Anlam genişlemesiyle Büyükle Küçük arasındaki yakınlaşmanın
her türünü tehdit eden ve sadece Büyüğü hedefleyen ahlaki/pedagojik bir
manivela. Oysa (başka sözcük bulamadığım için aynı sözcüğü esneterek
söyleyeceğim) pedofilinin bir türünde iki davranış karşılıklıdır: Küçük
büyüklenir, yetişkin çocuklaşır (bunu regresyon olarak okuyabilirisiniz).
Doğulu Sevim’in İstanbul ağzıyla konuşması bu büyüklenmenin ve taklit etmenin
göstergesi (ben olsam bunu bir diyalogda seyirciye sezdirirdim) olarak
düşünülebilir. Neyse birinci soru hakkında da son bir şey: Neden bazı seyirciler
Sevim’in kendi akranı bir öğrenciye âşık olduğunu düşünüyor? Çünkü “pedofili”
şablonuna göre Samet gibi birinden ancak intikam alınır, Sevim’i Samet’ten
koparan bu sahne yüreklerine su serpiyor.
Film baştan sona “belirsizliği”
anlatıyor. Hayır “belirsizliği” yaratıyor. Şimdi filmi izlerken tuttuğum
deftere bakıyorum, ne çok not almışım. (İleride genç insanlarla bu filmi
yeniden izleyeceğim ve bu notlarımı orada şifahen anlatacağım. Filmin en güzel
sözlerinden ve çoğu zaman benim de hissettiğim “umut yorgunluğu”m bu kadarcık
hayal kurmama izin veriyor.)
Nuri Bilge Ceylan büyük bir yönetmen.
Cannes’da en iyi film ödülünü alan Anatomy of a Fall’dan daha iyi bir film Kuru
Otlar Üstüne.
Filmin sadece oyuncu ödülü alması Batı
modernizminin mezhebi geniş olmakla “pedofili”ye ödün verme çekincesi arasında
bir bocalaması olabilir mi?
Nemrut
Harabeleri’nde yatışmış ruh hali ve bilgeleşmiş iç sesiyle başka bir Samet
görürüz. Tepeye doğru yürürken söyler şu sözü “(Sevim) senin gözünden kendimi görmek isterdim.”