Robert Darnton’un ‘Fransız Devrimi’nde
Devrimci Olan Neydi?’ kitapçığında 1789 öncesi Paris’ini anlatan bir sahne beni
sarstı. Paris’in orta yerine kurulan bir panayırda kasapların vahşice kestiği
hayvanlar, her tarafa dağılan kan ve insanların yer yer pıhtılaşmış kana basmadan
yürümelerinin imkânsızlığı. Okurken içim daraldı. Çocukluğumun geçtiği
kasabanın mezbahasını hatırladım, köprü üstünde birden durup acı acı bağırarak gitmemekte inat eden hayvanlar geldi gözümün
önüne, acaba dereden gelen kan kokusunu mu alıyorlardı? Diğerinin acısını
hissedip elinden bir şey gelmemenin çaresizliği=Kendini aşağılama.
Robert Darnton ilgili sahneyi dönemin
bire bir tanığı olan yazar Louis Sebastien Mercier’den alıntılıyor. Mercier’in
adı yabancı gelmedi. Google’a baktım kitabı Türkçe basılmış. Devrim
öncesini anlatan çıplak gözlemler. Yanılmıyorsam antropolojinin ilk
örneklerinden. Kitap Zeyrek’te bir sahafta görünüyor. Telefon
açtım, kitabın adını söyledim: “Paris Tablosu.” On dakika sonra mesaj geldi:
“Kitabınız hazır.” El cevap: “İki saate kadar oradayım.”
Güzergâhım belli: Söğütlüçeşme’de
Marmaray’dan in Kadıköy İskelesi’ne yürü, Karaköy vapurundan in Galata
Köprüsü’nden Eminönü’ne geç Unkapanı yönünde devam.
Günlerden Cuma, saat 14’e beş-on kala
evden çıktım.
Boğa Heykeli’nin orada kalabalık iyice
arttı. Yokuş çıkanların ve rıhtıma doğru inenlerin birbirine karıştığı insan
seli. Veya çıkma ve inmenin başka bir tezahürü: Yüzler ve enseler. Ya dedim
içimden bugün tatil değil, mesai saatleri içindeyiz, bu insanlara “işsiz” demek
yanlış olmaz herhalde. Fiilen işsiz (kuryeler hariç). Hadi bakalım kamusal alanda
işsiz davranışları… şöyle bir yöntemle hareket ediyorum, onları işsiz olarak
etiketlemediğin diğer zamanlardaki gibi gör. Cep telefonumun not sayfasını
açtım, ne de çabuk yazarım ya. Olsun, sadece benim anlayacağım biçimde cümleleri
kodluyorum, evde temize geçerim. Neyse başladım.
Bir eli cebinde kaldırımın kenarında
dikilen adam, karşıya mı geçmeye çalışıyor yoksa can güvenliği için aşırı
ihtiyatlı mı belli değil. Karşıya geçmek
için bana katılan iki kişiyle birlikte davranmadı. Karşıdan karşıya geçmek gibi ataklı eylemler
insanı işsiz göstermiyor. Geriye dönüp adama yeniden baktım, yok canım adam
hayatı ağırdan alıyor, tuzu kuru.
Karşıdan gelen uzun boylu adam cep
telefonuyla konuşuyor, beni görüyor, etrafa da bakıyor. Ama konuşma ve kulak
verme hali görsel dikkatini saklıyor. Cep telefonu aktive edici olduğu kadar
çevreye dalgınlık da salgılıyor. Cep telefonuyla ilgili üç çeşit davranış
sayabilirim: konuşanlar, ekranına bakanlar, elinde taşıyanlar. Bir de görüntülü
konuşanlar; onlar fazladan gülümseme halindeler. İnsanların cep telefonlarıyla
girdikleri bu aksiyon bedenlerini ikiye bölüyor: işitmeyle ahalinin dışında,
görmeyle içinde. Her çeşitten görüyorum. Önüm sıra yürüyen bir kızın sıkı
kalçaları, kot pantolonunun arka cebinde cep telefonu, üçlü kamerası üstte. Sanki
poposuyla dünyayı kaydediyor. Yoksa beni de mi? Her görme bir aklından geçene
yol açar, ama göz yine de bir sansür organıdır. Kızı geride bırakıyorum. Güzel
bir kız meşgale yaratır, işsizliği önler.
Elinde poşetleriyle şişmanca, kısa
boylu, pardesülü, başları kapalı dört kadın. İkisi önde ikisi arkada. Biri
yürümekte zorlanıyor. Yürüyüşün temposunu belirleyen o. İşsiz gibi görünmekten
koruyan en önemli şey: poşet taşımak. Peşlerinde tekerlekli valizlerini
sürükleyenleri de gördüm, ne çoklar. Söğütlüçeşme hem Marmaray hem de hızlı
tren istasyonu ne de olsa. Gidenler, gelenler; bir amacı olan insanlar.
Bedeniyle anlam yaratanlar işsizlikten korunuyorlar.
Öğrencileri ayırt edebiliyorum. Doğru ya
okulların dağılma zamanı. Sadece okul kıyafetlerinden değil. Öğrenci eve
gidince sivilleşiyor ancak, çantasını eve bırakınca, üzerine başka bir şey
giyince. O zamana kadar o öğrenci eğretiliği üzerlerine yapışık. Öğrenci olmak
çocuk kalma yaşını büyütüyor. Çocuk, işsiz sayılmaz.
El ele tutuşmuş çiftler. Siz iki sevgili
görüyorsunuz ben iki küstah görüyorum. Yanlış anlamayın sevgili olmalarında
gözüm yok. Bilirsiniz İstanbul’da kaldırımlar dar, bu çiftler sıkış tıkış ancak
üç kişinin geçebileceği kaldırımda kendilerinden başka kimse yokmuş gibi
yayılıyorlar ya, yüzlerinde de aldırışsız bir hoşnutluk, itirazım ona. Çiftlerde
1+1=2 değil, onların darası da var. Sevgi yerine güç salgılıyorlar. Onlara yol
vermiyorum, kaldırımı da terk etmiyorum, trafik levhası gibi üç saniye kadar
kıpırtısız duruyorum. Elemanların akordeon gibi büzülmesini seyretmek güzel. Ha
şöyle… Ama çift olmak işsiz görünmeye karşı en doğal panzehir. Kadınlar için
çift olmanın başka bir artısı daha var. Kadınlar tek olduklarında sokakta yavaş
yürümezler, öteye beriye pek bakmazlar; çift olduklarında ise birden flanöz
kesiliyorlar. Pardon büyük konuşmayayım, yavaş yürüyen kadınlar da var. Kol
kola iki yaşlı kadın. Ne kadar da kırılganlar. Gerçekten kırılgan, biriyle
çarpışınca kemikleri acıyacakmış gibi. Yaşlılar zaten işten muaftır.
Sanki adres arıyormuş gibi göz
hizasından yukarı bakan biri, binaların üst katlarında tabelalara. Kolay taklit
edilen bir bakıştır bu.
Pusette çocuk gezdiren türbanlı
kadınların gururu…
Hiç hesapta yokken Kadıköy Balık Pazarı’na
saptım. İzdiham. Yürüyüşüm birden yavaşladı. Acelem yok. Herkes gibi potansiyel
müşteriyim ben, var olmanın en meşru hali. Açıkta satılık ne varsa bakıyorum.
Belki de AVM’lerin bir çekiciliği de burada, işsiz gibi değil müşteri gibi
görünmemizi sağlıyor. “Buyruun!” diye bağıran tezgahtarın hayali müşterilerinden biriyim. Başıboş
kalabalığın anlamlı bir gruba dönüşmesi.
Bir yere yetişmek için hızlı yürüyenler,
slalom yapanlar. Onlar da işsiz gibi görünmüyor. Yol bir güzergah değil onlar
için, bir fazlalılık.
Sırt çantası olanlar. Göçerler. Yükünü
tutmuş gidiyorlar. Pahada ağır yükte hafif veya tersi pahada hafif yükte ağır
bir şeyler taşıyorlar. Hele ellerinden birini askıda sabitlemişlerse.
Rıhtıma iniyorum, sırtını denize vermiş
sakallı biri gitarıyla türkü söylüyor: “Nar-ı firgat ile hasretim yara.” Banklarda
oturanlar. İşte işsizliğin örtbas edilemeyecek hali diyeceksiniz ama öyle
değil. Kadıköy’ün bu mıntıkasında lebi derya bir bank bulmak bir faaliyet
biçimi. Oturmak pasif olsa da yer kapma eylemini öncelediği için işsizliği akla
getirmiyor.
Vapurun kalkmasına on dakika var. Vapur
henüz iskeleye yanaşmamış. Bir kadın dikkatimi çekiyor, sağda pencereden denize
bakan. Hüzünle bakıyor. Yüzünü görmüyorum ama bütün bedeni hüzün. Kollarını
göğsünde kavuşturmuş. Bir adam geliyor, kadının tam arkasında duruyor. Kadına o
kadar yakın ki? Acaba taciz mi edecek? Ne olduğunu görmek için kendimi çapraza
alıyorum. Adamın yüzünde hınzır bir
gülümseme, direkt kadının saçlarına bakıyor, alabildiğine kısa mesafeli
kilitlenmiş bir bakış bu. Kadın hiç farkında değil, yüzü tahmin ettiğim gibi
hüzünle gölgeli. Ve güzel. Adam kadının omzuna dokunuyor. Kadın irkilerek
dönüyor, anlık tepki zincirlemesi: şaşırma, sevinç, sarılma. Ama bir karşılaşma sarılması
değil bu. Kafamda kurdum bile, biraz önce kavgayla ayrılan iki sevgilinin
sarılması; ‘Beni asla bırakma!’ Kolları bunu söylüyor. Çiftken tek oluyorlar.
Biraz önce bolca gördüğüm el ele tutuşmuş kaldırım işgalcisi çiftlerden
değiller. Geriye çekilerek onlara yer açıyorum.
Galata Köprüsü’nde balık tutan adamlar,
içlerinde hiç kadın yok. Yarımşar metre arayla bir uçtan bir uca dizilmişler. Yararlı
bir iş yaptıklarının belirtisi, kovalarda canlı balıklar. Sadece istavrit. Haliç’in
pis suyunda hayatta kalmayı başarmış tek darwinist balık türü.
Cuma namazı çoktan bitti ama Yeni Cami’nin imamı hutbeye devam ediyor, hz hoparlörün sesi dışarıda. Saate baktım 15:05, İstanbul namaz vakitlerine baktım ikindi 15:26’yı gösteriyor. Merdivenden çıkanlar var, peşlerine takıldım camiye girdim. Girişte ‘Ayakkabılarınızı burada çıkarın.’ yazıyor, çıkardım elime aldım. Sağda loş bölmenin arkasında kadınlar dua ediyor. Hoca peygamberlerin mucizelerini anlatıyor. Elli altmış kişi dinliyor, tam bir teslimiyetle. Yanlarda duvara yaslanmış dinleyenler de var, bir tanesiyle göz göze geldim. İnançsız olduğumu ben biliyorum ama sanki o da biliyor. Tam o anda ilginç bir şey oldu, burnuma Muhittin’in kokusu geldi. Allah Allah dedim içimden Muhittin ne iş? Elimde tuttuğum botlarımdan Muhittin’in keskin sidik kokusu. Muhittin botlarıma işemiş. Muhittin kedimiz olur. Camiden çıktım. Uzayalım abi. Camiye gidenler de işsiz sayılmaz.
Viyana Kahvesi’nde garson kızın eli
arkada duruşu, müşteriyi sıkboğaz etmemenin ve emre amade olmanın abartılı
hali. Masalar dolu. İşsiz değiller.
Plakçılar Çarşısı’nın önünden Saraçhane’ye
doğru yürürken irice bir koliyi iki yandan kollarıyla baskılayarak taşıyan
adam, pantolonu kıçından düşmüş, iyi ki karısı ya da sevgilisi bu halini
görmüyor.
Belediye Anıt Parkı’nda elleri rengi
solgun montunun cebinde otuz yaşlarında bir adam, hafif kambur, yağmur yağmıyor
ama sanki yağmurdan korunuyormuş gibi boynunu içine çekmiş. İşte dedim gerçek
işsiz. İşi varmış gibi görünmeye çalışmıyor.
Aradan üç gün geçti. Mercier’in Paris Tablosu
kitabını okudum. Kitapta Paris’in orta yerine kurulan açık mezbahanın
anlatıldığı sahne yoktu. Meğer kitabın orijinali dört ciltmiş. Türkçeye
çevrilen özet baskıya almamışlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder