23 Aralık 2024 Pazartesi

Kamusal Alanda İşsizlik Halleri

 








 

Robert Darnton’un ‘Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?’ kitapçığında 1789 öncesi Paris’ini anlatan bir sahne beni sarstı. Paris’in orta yerine kurulan bir panayırda kasapların vahşice kestiği hayvanlar, her tarafa dağılan kan ve insanların yer yer pıhtılaşmış kana basmadan yürümelerinin imkânsızlığı. Okurken içim daraldı. Çocukluğumun geçtiği kasabanın mezbahasını hatırladım, köprü üstünde birden durup acı acı bağırarak  gitmemekte inat eden hayvanlar geldi gözümün önüne, acaba dereden gelen kan kokusunu mu alıyorlardı? Diğerinin acısını hissedip elinden bir şey gelmemenin çaresizliği=Kendini aşağılama.

Robert Darnton ilgili sahneyi dönemin bire bir tanığı olan yazar Louis Sebastien Mercier’den alıntılıyor. Mercier’in adı yabancı gelmedi. Google’a baktım kitabı Türkçe basılmış. Devrim öncesini anlatan çıplak gözlemler. Yanılmıyorsam antropolojinin ilk örneklerinden. Kitap Zeyrek’te bir sahafta görünüyor. Telefon açtım, kitabın adını söyledim: “Paris Tablosu.” On dakika sonra mesaj geldi: “Kitabınız hazır.” El cevap: “İki saate kadar oradayım.”

Güzergâhım belli: Söğütlüçeşme’de Marmaray’dan in Kadıköy İskelesi’ne yürü, Karaköy vapurundan in Galata Köprüsü’nden Eminönü’ne geç Unkapanı yönünde devam.

Günlerden Cuma, saat 14’e beş-on kala evden çıktım.

Boğa Heykeli’nin orada kalabalık iyice arttı. Yokuş çıkanların ve rıhtıma doğru inenlerin birbirine karıştığı insan seli. Veya çıkma ve inmenin başka bir tezahürü: Yüzler ve enseler. Ya dedim içimden bugün tatil değil, mesai saatleri içindeyiz, bu insanlara “işsiz” demek yanlış olmaz herhalde. Fiilen işsiz (kuryeler hariç). Hadi bakalım kamusal alanda işsiz davranışları… şöyle bir yöntemle hareket ediyorum, onları işsiz olarak etiketlemediğin diğer zamanlardaki gibi gör. Cep telefonumun not sayfasını açtım, ne de çabuk yazarım ya. Olsun, sadece benim anlayacağım biçimde cümleleri kodluyorum, evde temize geçerim. Neyse başladım.

Bir eli cebinde kaldırımın kenarında dikilen adam, karşıya mı geçmeye çalışıyor yoksa can güvenliği için aşırı ihtiyatlı mı belli değil.  Karşıya geçmek için bana katılan iki kişiyle birlikte davranmadı.  Karşıdan karşıya geçmek gibi ataklı eylemler insanı işsiz göstermiyor. Geriye dönüp adama yeniden baktım, yok canım adam hayatı ağırdan alıyor, tuzu kuru.

Karşıdan gelen uzun boylu adam cep telefonuyla konuşuyor, beni görüyor, etrafa da bakıyor. Ama konuşma ve kulak verme hali görsel dikkatini saklıyor. Cep telefonu aktive edici olduğu kadar çevreye dalgınlık da salgılıyor. Cep telefonuyla ilgili üç çeşit davranış sayabilirim: konuşanlar, ekranına bakanlar, elinde taşıyanlar. Bir de görüntülü konuşanlar; onlar fazladan gülümseme halindeler. İnsanların cep telefonlarıyla girdikleri bu aksiyon bedenlerini ikiye bölüyor: işitmeyle ahalinin dışında, görmeyle içinde. Her çeşitten görüyorum. Önüm sıra yürüyen bir kızın sıkı kalçaları, kot pantolonunun arka cebinde cep telefonu, üçlü kamerası üstte. Sanki poposuyla dünyayı kaydediyor. Yoksa beni de mi? Her görme bir aklından geçene yol açar, ama göz yine de bir sansür organıdır. Kızı geride bırakıyorum. Güzel bir kız meşgale yaratır, işsizliği önler.

Elinde poşetleriyle şişmanca, kısa boylu, pardesülü, başları kapalı dört kadın. İkisi önde ikisi arkada. Biri yürümekte zorlanıyor. Yürüyüşün temposunu belirleyen o. İşsiz gibi görünmekten koruyan en önemli şey: poşet taşımak. Peşlerinde tekerlekli valizlerini sürükleyenleri de gördüm, ne çoklar. Söğütlüçeşme hem Marmaray hem de hızlı tren istasyonu ne de olsa. Gidenler, gelenler; bir amacı olan insanlar. Bedeniyle anlam yaratanlar işsizlikten korunuyorlar.

Öğrencileri ayırt edebiliyorum. Doğru ya okulların dağılma zamanı. Sadece okul kıyafetlerinden değil. Öğrenci eve gidince sivilleşiyor ancak, çantasını eve bırakınca, üzerine başka bir şey giyince. O zamana kadar o öğrenci eğretiliği üzerlerine yapışık. Öğrenci olmak çocuk kalma yaşını büyütüyor. Çocuk, işsiz sayılmaz.

El ele tutuşmuş çiftler. Siz iki sevgili görüyorsunuz ben iki küstah görüyorum. Yanlış anlamayın sevgili olmalarında gözüm yok. Bilirsiniz İstanbul’da kaldırımlar dar, bu çiftler sıkış tıkış ancak üç kişinin geçebileceği kaldırımda kendilerinden başka kimse yokmuş gibi yayılıyorlar ya, yüzlerinde de aldırışsız bir hoşnutluk, itirazım ona. Çiftlerde 1+1=2 değil, onların darası da var. Sevgi yerine güç salgılıyorlar. Onlara yol vermiyorum, kaldırımı da terk etmiyorum, trafik levhası gibi üç saniye kadar kıpırtısız duruyorum. Elemanların akordeon gibi büzülmesini seyretmek güzel. Ha şöyle… Ama çift olmak işsiz görünmeye karşı en doğal panzehir. Kadınlar için çift olmanın başka bir artısı daha var. Kadınlar tek olduklarında sokakta yavaş yürümezler, öteye beriye pek bakmazlar; çift olduklarında ise birden flanöz kesiliyorlar. Pardon büyük konuşmayayım, yavaş yürüyen kadınlar da var. Kol kola iki yaşlı kadın. Ne kadar da kırılganlar. Gerçekten kırılgan, biriyle çarpışınca kemikleri acıyacakmış gibi. Yaşlılar zaten işten muaftır.

Sanki adres arıyormuş gibi göz hizasından yukarı bakan biri, binaların üst katlarında tabelalara. Kolay taklit edilen bir bakıştır bu.

Pusette çocuk gezdiren türbanlı kadınların gururu…

Hiç hesapta yokken Kadıköy Balık Pazarı’na saptım. İzdiham. Yürüyüşüm birden yavaşladı. Acelem yok. Herkes gibi potansiyel müşteriyim ben, var olmanın en meşru hali. Açıkta satılık ne varsa bakıyorum. Belki de AVM’lerin bir çekiciliği de burada, işsiz gibi değil müşteri gibi görünmemizi sağlıyor. “Buyruun!” diye bağıran tezgahtarın hayali müşterilerinden biriyim. Başıboş kalabalığın anlamlı bir gruba dönüşmesi.



Bir yere yetişmek için hızlı yürüyenler, slalom yapanlar. Onlar da işsiz gibi görünmüyor. Yol bir güzergah değil onlar için, bir fazlalılık.

Sırt çantası olanlar. Göçerler. Yükünü tutmuş gidiyorlar. Pahada ağır yükte hafif veya tersi pahada hafif yükte ağır bir şeyler taşıyorlar. Hele ellerinden birini askıda sabitlemişlerse.

Rıhtıma iniyorum, sırtını denize vermiş sakallı biri gitarıyla türkü söylüyor: “Nar-ı firgat ile hasretim yara.” Banklarda oturanlar. İşte işsizliğin örtbas edilemeyecek hali diyeceksiniz ama öyle değil. Kadıköy’ün bu mıntıkasında lebi derya bir bank bulmak bir faaliyet biçimi. Oturmak pasif olsa da yer kapma eylemini öncelediği için işsizliği akla getirmiyor.



Vapurun kalkmasına on dakika var. Vapur henüz iskeleye yanaşmamış. Bir kadın dikkatimi çekiyor, sağda pencereden denize bakan. Hüzünle bakıyor. Yüzünü görmüyorum ama bütün bedeni hüzün. Kollarını göğsünde kavuşturmuş. Bir adam geliyor, kadının tam arkasında duruyor. Kadına o kadar yakın ki? Acaba taciz mi edecek? Ne olduğunu görmek için kendimi çapraza alıyorum.  Adamın yüzünde hınzır bir gülümseme, direkt kadının saçlarına bakıyor, alabildiğine kısa mesafeli kilitlenmiş bir bakış bu. Kadın hiç farkında değil, yüzü tahmin ettiğim gibi hüzünle gölgeli. Ve güzel. Adam kadının omzuna dokunuyor. Kadın irkilerek dönüyor, anlık tepki zincirlemesi: şaşırma, sevinç, sarılma. Ama bir karşılaşma sarılması değil bu. Kafamda kurdum bile, biraz önce kavgayla ayrılan iki sevgilinin sarılması; ‘Beni asla bırakma!’ Kolları bunu söylüyor. Çiftken tek oluyorlar. Biraz önce bolca gördüğüm el ele tutuşmuş kaldırım işgalcisi çiftlerden değiller. Geriye çekilerek onlara yer açıyorum.

Galata Köprüsü’nde balık tutan adamlar, içlerinde hiç kadın yok. Yarımşar metre arayla bir uçtan bir uca dizilmişler. Yararlı bir iş yaptıklarının belirtisi, kovalarda canlı balıklar. Sadece istavrit. Haliç’in pis suyunda hayatta kalmayı başarmış tek darwinist balık türü.



Cuma namazı çoktan bitti ama Yeni Cami’nin imamı hutbeye devam ediyor, hz hoparlörün sesi dışarıda. Saate baktım 15:05, İstanbul namaz vakitlerine baktım ikindi 15:26’yı gösteriyor. Merdivenden çıkanlar var, peşlerine takıldım camiye girdim. Girişte ‘Ayakkabılarınızı burada çıkarın.’ yazıyor, çıkardım elime aldım. Sağda loş bölmenin arkasında kadınlar dua ediyor. Hoca peygamberlerin mucizelerini anlatıyor. Elli altmış kişi dinliyor, tam bir teslimiyetle. Yanlarda duvara yaslanmış dinleyenler de var, bir tanesiyle göz göze geldim. İnançsız olduğumu ben biliyorum ama sanki o da biliyor. Tam o anda ilginç bir şey oldu, burnuma Muhittin’in kokusu geldi. Allah Allah dedim içimden Muhittin ne iş? Elimde tuttuğum botlarımdan Muhittin’in keskin sidik kokusu. Muhittin botlarıma işemiş. Muhittin kedimiz olur. Camiden çıktım. Uzayalım abi. Camiye gidenler de işsiz sayılmaz.

Viyana Kahvesi’nde garson kızın eli arkada duruşu, müşteriyi sıkboğaz etmemenin ve emre amade olmanın abartılı hali. Masalar dolu. İşsiz değiller. 

Plakçılar Çarşısı’nın önünden Saraçhane’ye doğru yürürken irice bir koliyi iki yandan kollarıyla baskılayarak taşıyan adam, pantolonu kıçından düşmüş, iyi ki karısı ya da sevgilisi bu halini görmüyor.

Belediye Anıt Parkı’nda elleri rengi solgun montunun cebinde otuz yaşlarında bir adam, hafif kambur, yağmur yağmıyor ama sanki yağmurdan korunuyormuş gibi boynunu içine çekmiş. İşte dedim gerçek işsiz. İşi varmış gibi görünmeye çalışmıyor.

Aradan üç gün geçti. Mercier’in Paris Tablosu kitabını okudum. Kitapta Paris’in orta yerine kurulan açık mezbahanın anlatıldığı sahne yoktu. Meğer kitabın orijinali dört ciltmiş. Türkçeye çevrilen özet baskıya almamışlar.

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder