ORTADOĞU’DA EŞEK METAFORU
Bu yazıyı okurken Barış Manço’nun
Arkadaşım Eşek şarkısını dinlemenizi öneririm. Ben yazarken çok dinledim. İyi
gidiyor… Siz bilirsiniz.
Nietzsche 1889 yılında Torino
yerine Ortadoğu şehirlerinden birinde bulunsaydı eşeğin boynuna sarılıp ağlardı
ve herhalde o dokunaklı sözü söylerdi: ‘Beni affet…’ Acaba padişah 4. Murat'ın umuma açık eğlencelerde gücünü göstermek için koca bir eşeği tek kılıç darbesiyle ikiye böldüğü sırada ağlayan kimse olmuş mudur?
Vicdan tarihsel bir kavram.
Vicdan tarihsel bir kavram.
Teknolojik gelişme ve kentleşme
hızı sayesinde yük hayvanı vasfını kaybetmiş eşeğin dünyada sayısı azaldı.
Sayısı azalan hayvan türünün kıymeti artar mantığından hareketle eşek o kahırlı
yaşamından nispeten uzak, artık süt ve turizm sektöründe yeni bir itibar
kazanıyor. Ama ben biraz eski yaraları kaşıdım. Şimdi bunun âlemi ne denebilir.
Bir kere hayvanın işlevi değişse bile metafor değişmiyor. İkincisi, bugün
Ortadoğu’da orta yaş evresinde bulunan erkeklerin(mülk sahibi ve dinamik
yetişkin çocukların velisi olarak sözünün en çok dinlendiği iktidar yaşında
olan erkekler) hemen hepsi vaktiyle eşeklerin yaşadığı eziyetlerden sorumlu.
Üstelik insanın eşekle ilişkisinden ürettiği ‘eşeklik’ insanın insanla ilişkisinde
üzerine yapışıp kalıyor. Bu herhangi bir kuşağın değil, asırların işi.
Bir toplumun hakaret sözü haline
getirdiği hayvanların metaforik özellikleri o toplumun gerçekte ne olduğunu da
ele verir. Ortadoğu ülkelerinde eşekler talihsiz hayvanlardır. Eşek imgesi
somut eşeğe de binlerce yıldır azap verir, metafor her seferinde hayvan
haklarını deler… Çağlar değişse bile imgeleşmiş adı ve deyimleri eşeğin
yakasını bir türlü bırakmaz, ilişki her seferinde tersinden kurulur; ve sanki
somut varlığı imgesini teyit etmek için hazırdır, oradadır…
Mevlâna’dan
Şair Eşref’e, Şeyhi’ye, ‘Eşeği sağlam kazığa bağladık’ diyen Başbakan'a kadar
eşek sevimli bir hayvan olmayı beceremez. Toplumun eşekliği eşeği rahat
bırakmaz. ‘Toplumun eşekliği’ tabirindeki hakaretamiz ifadeyle aslında demek
istediğimi yinelemeyle elde etmiş oluyorum. Çünkü topluma hakaret edebilmek
için toplumun neyi hakaret sözü olarak seçtiğini biliyorum. Ama burada yapmak
istediğim şey topluma hakaret etmek değil, toplumun hakaret sözcüğüne verdiği
imgesel anlamı çözümleyerek aslında toplumun olmak istemediği veya dolayısıyla
olduğu şey karşısında yüzleşmezliğini anlamak.
Öğretmenliğe ilk başladığım köyde
tipili bir kış gecesi komşunun eşeğini kurtlar yemişti. Sahibine eşeği neden
dışarıda bıraktınız diye sormuştum. Ne olacak bilemedik dedi. Eşeği
önemsemediği belliydi. Sesinde eşek benim değil mi, sana ne oluyor diyen bir
hava vardı; eşek tedbirsizlikten değil de kendi şanssızlığından ölmüştü işte… Daha da ötesi üzüntüm rahatsız etmişti onu.
Çenemi tuttum. Karın üzerinde yoğun bir kan lekesi, dal parçalarına, tezek
kalıntılarına tutunmuş rüzgârda titreşen tüyler, bir de evin yanındaki ağaca
bağlı boyun düğümü çözülmemiş halde duran yular… Etrafta kemik parçaları aradım
ama bu saydıklarımdan başka eşekten geriye bir şey kalmamıştı. Bu görüntü hâlâ
canlıdır hafızamda; tamam, eşek yoktu ama sanki daha önce de yoktu; sanki
sessizce ruhu ve bedeni yuları çözmeden gitmişti. Oturduğum lojmandan yirmi
metre ötede olan bu olayın beni uykumdan uyandırmayacak kadar sükûnetle
gerçekleşmesine inanamıyordum. Eşek direnmemişti, anırmamıştı, toynaklarıyla
debelenmemişti; kurtlar da hiç ses çıkarmadan işlerini gizlice görmüşlerdi. Av
ve avcının işbirliği… Sessizlik ve sükûnet aynı anlama gelmezler, ama bu olayda
aynı anlamdaydı; tabiat ananın üzerinde her ne olursa olsun kendi işine bakan
ilgisizliği hep tuhaf gelmiştir bana. Hep olmuştur, acı bir olaydan sonra
içimdeki huzursuzluğa eşlik eden bir ses, bir görüntü aramışımdır etrafımda,
hayır tabiatın hiçbir tanıklığı yoktu, o kaldığı yerden işine devam
ediyordu… Yerde kurtların darmadağın
ayak izleri aşağıdaki pınarın karşı tarafına doğru düzgün bir hal alıyordu.
Kurtlar eşeği yerken ağızlarına yapışan tüylerden arınmak için pınara inmişler.
Eşeğin sahibi söyledi, ağızlarını çalkalamak için su şartmış... Aynı yıl içinde iki komşunun daha eşeğini
yedi kurtlar. Bile bile eşeği neden
dışarı bırakıyorlardı? Koyunlar, inekler gibi eşekleri de ahıra koyabilirlerdi…
İşin rengi başkaydı, sonradan dank etti, sahipleri verim alamadıkları, çaptan
düşmüş eşeklerden bu yolla kurtuluyorlardı. Yaşlanmış, sakatlanmış, ya da
özellikle kışın bakımı külfet haline gelen eşekleri kurda kuşa yem etmenin bir
yolunu bulmuşlardı. (1) Tabi bu kasıt hiçbir şekilde itiraf edilmedi. Bir sabah
kalkılıyordu ve eşek yoktu. Temiz iş. Sahipleri olayın olması gereken sürpriz
etkisini belki de benim üzerimde prova edip eğlenmişlerdi, kim bilir?.. Bir tanesi kurtların da rızkı demişti;
adamdaki ekolojik şımarıklığa bakar mısınız, sanki belgesel çekiyor. Muhtemelen
eşek için merhamet duymuyordu, ama vicdanını rahatlatmak için olayın sonucunda
oluşan belirsizlikte sanki bu çift anlamı yaratması gerekiyordu. Tersine, çift
anlam da bir belirsizlik yaratır ama bir kaçamak olarak, eylemin rasyonelliğini
duruma göre sadece bir tarafa yıkmak için: 1.Eşeği ben öldürmedim kurtlar
öldürdü. 2. Kurtların köye inmesi bir talihsizlik, gece tipi yağması da. 3.
Kurtların da rızkı.
Konumuz eşek, öyle başlık attık;
sadık kalalım, geniş bir konu… Konuyu anılarımla boğmak istemiyorum, ama
kafamdan atamadığım birkaç anım daha var, onları da anlatarak, asıl Ortadoğu’da
eşeğe yapılan mutlak zulümden söz edeceğim.
Çocukken oturduğumuz kasabada
sokağa yakın etrafı ıssız metruk bir binanın önünde benden iki üç yaş büyük bir
çocuğun sahipsiz bir eşekle oynadığını görmüştüm. Tuhaf bir oyundu, elindeki
uzun çubuğun ucunu eşeğin tenasül organının içine sokup çıkarıyordu. O zamanlar
dişi hayvanların tenasül organlarıyla kıçını ayırt edemiyordum. Çocuk çubuğun
ucuyla her iki organı da işaret ediyordu: ‘Bak bu g.tü, buraya sokamıyorum, bu
.mı buraya sokabiliyorum.’ Eşek çocuğun yaptığı şeyden pek etkilenmişe
benzemiyordu, kuyruğunu sallıyor, huysuzlanıyor, kaçmaya çalışıyor ama birkaç
adım attıktan sonra yeniden duruyordu. Sonra, ‘bak şimdi’ dedi çocuk, sanıyorum
varlığım onu kışkırtmıştı (yaptığı gaddarlığı gösterip seyredeni ürkütmeyi bir
saygı görme biçimi olarak deneyimleyen çocuklar vardır), çubuğu sonuna kadar
eşeğin içine soktu. Eşek acı hissedip irkildi ve ileri hamle yapınca çubuk
kendiliğinden dışarı çıktı. Yani çubuk hâlâ çocuğun elindeydi ve etrafı kana
bulanmıştı. Dayanamadım oradan uzaklaştım. Kafam karışmıştı. Zaman zaman
hatırlarım ve aynı şeyi hissederim: eşeğe duyduğum merhamet ve çocuğa
gösteremediğim öfke içimde rekabete girer, ve sonra her iki duygu flört ederek
tuhaf bir şekilde uzlaşır, kendimden utanır ve nihayet birden ertelerim bu
karmaşayı, ama çözüme ulaşarak değil. Bu yazı hislerimi değiştirmek ve
eşeklerle ilgili hatıralarıma daha dirayetli bir yön vermek için de yazıldı.
Çünkü eşeklere yapılan çok eziyet gördü bu gözler; kötülüğün sadece yapılabilir
olması değil izlenebilir olması da bu gözleri adım adım suç ortağı yaptı…
Kötülük belki de izlenebilir olduğu için kötülüktü… Anlatacağım…
Kötülük herkes için aynı olan anlamını kavramın
olumsuzlayıcı tınısından alır. Ama neyin kötü olup olmadığı pratik bir konudur.
Herkes grup aidiyeti içinde farklı farklı kötülüklere maruz kalır. Evet… Kötülük,
yapanın değil maruz kalanın bir durumudur. Kendi yaptığının kötülük olduğunu
bilmeyen biri, başkasının kendisine yaptığının kötülük olduğunu bilir. Kötülük
pratikte parçalanmış, sadece bir tarafın dillendirdiği kavramken soyut düzeyde
yardıma çağrılan genel kavramdır. Kavramı diğerine karşı söyleme gücünü elinde
bulunduran sözcükte daha çok hak sahibiymiş gibi görünür. Ama tam da bu söyleme
gücünden ötürü bir başka kötülük olanağı doğar. İnsanoğlu kötülüğün
olumsuzlayıcı gücünde uzlaşmışken, kötülüğün ne olduğu konusunda parça
parçadır. Kötülük gibi birleştirici bir kavrama sahipken nasıl oluyor da ayrı
ayrı kötü olabiliyoruz? Kavramın genel karakterine yaraşan genel “kötü”
davranışımızı keşfetmek zorundayız. Yoksa kavramın sadece mutlak propagandist
içeriği, herkesin başının üzerinde sersemce salınıp duruyor.
Kötülüğün radikal
menşei hayvanlarla ilişkimize dayanıyor.
Hayvan kendisine yapılanın kötülük olduğunu
dillendirmekten yoksun. Ama bunun için bir dile ihtiyaç olduğu insani bir
yanılsama. Acı, kötülüğün ortak dilidir. Acısını dillendiremeyen hayvan
insanileşemiyor, doğru; ama acı çektiğimiz ve bu acının kaynağının diğer insan
olduğunu bizzat insana anlatamadığımız için sözcüğün düz anlamıyla biz
hayvanileşiyoruz. İnsanın korku, dehşet ve acıyla şuursuzlaşması, mimiklerinin
kontrolünü yitirmesi bedeninin hayvan formuna bürünmesi, yani
hayvanileşmesi(sözcüğün masum anlamıyla hayvana benzemesi) kötü tarafta olanın
işini kolaylaştırır. Kötülüğü yapanın şiddeti ile kötülüğe maruz kalanın
hayvaniliği birbirini olumlar. Kötülük
yapan hayvana hayvan olduğu için kötülük yapar, insana kötülük yaparken de onu
hayvan formuna soktuğu için; daha doğrusu saldığı korku ve acı bu değişime
kendiliğinden sebep olur. Kötülüğe maruz kalanın davranışları nasıl da benzer
kurban edilen ve işkence gören hayvana. Ama aslında şuursuzlaşma karşılıklı
olur. Kötülük yapan da kendi şiddetinin büyüsüne kapılır, diğerinin acısını
anlayacak empati kanalları kapalıdır. Burada insanla hayvanileşen insan
arasındaki durumdan çok, güçlü güçsüz ilişkisi vardır. Tıpkı etobur hayvanla
otobur hayvan arasındaki ilişki gibi… Ama bir farkla, insan sadece karnını
değil gücünü de doyurur.
Şaşkınlıktan başlayayım.
12 Eylül sonrasıydı. Belki bir
iki sene sonra. Ankara’da Çağdaş Sahne’nin getirdiği Taviani kardeşlerin 1977
yılı yapımı Babam Ve Ustam (Padre Padrone) filmine gitmiştik arkadaşlarla. Film
Sardinya adasında geçen gerçek bir hikâyeden alınmaydı. Yirmi yaşına kadar
okuma yazma bilmediği halde şimdi bir dil bilimi uzmanı olan Sardinyalı çoban
Gavino Ledda'nın gerçek öyküsü. Film
babasının, henüz altı yaşındayken Gavino'yu zorla okuldan almasıyla başlıyordu.
Babanın başka seçeneği yoktur; eğitim, feodal zenginlere özgü bir ayrıcalıktır
ve oğlu Gavino çoban olmak zorundadır. Okuldan alınınca, eğitimini babası
üstlenir, bu eğitimin en önemli enstrümanı dayaktır. Gavino çocukluğunu ve
ergenlik çağının büyük bölümünü dağlarda babasının koyunlarını güderek ve
münzevi bir yaşam sürerek geçirir. Çocuk babasından gördüğü şiddeti hayvanlara
yansıtır. Bir sahnede sütünü sağdığı koyun, süt kazanının içine o bildik zeytin
biçimli dışkısını yapar, çocuk öfkeyle sütü döker, tekrar sağar ve babasından
yiyeceği dayağın kaygısıyla içinden koyunla diyaloga girer, koyun ona tekrar
pisleyeceğini söyler çocuk da onu boğacağını.
Çocuğun içinden geçirdiği gibi olur, koyun tekrar pisler. Çocuk koyunun
kafasını süt kazanının içine sokar, onu boğmaya çalışır. Ve o sahnede koyunun
ve çocuğun nefes alış verişi erotik bir efekte dönüşür, bu efekt diğer
sahneleri birbirine bağlar (efekt kulak duyarlılığının hizmetinde her sahneyi
iç içe devam sahnesi kılığına sokar); şiddet aynı erotik efektin
kapsayıcılığında çaktırmadan seks sahnelerine geçiş yapmıştır. Hayvanlarla
yapılan sekstir bu. Gavino’dan büyük yeni ergen bir çocuk, bağlı eşeğin
arkasına yığdığı taşların üstüne çıkarak eşeği düzer. Bir sonraki sahnede
birçok çocuk kümesteki tavukları düzer, her şey uluortadır, aleniyet cinselliği herkese bulaştırmıştır.
Eşeğin sırtında tepeden olanları izleyen baba tahrik olur ve hızla evin yolunu
tutar, karısının koynuna girer. Bu sırada erotik nefes alış verişler tüm köyü
ablukaya almıştır. Uzak çekim…
Sardinya’da, İtalya’nın batısında
Gramsci’nin doğduğu adada eşekle seks! Demek oralarda da oluyormuş… Filmden
sonra arkadaşlarla (ki hepimiz değişik yörelerdendik) eşeklere yapılan malûm
muameleyi konuştuk. Film aramızda bir itiraf ortamı yaratmıştı. Avrupa’da böyle
bir şey oluyorsa herkesin eteğindeki taşları dökmesinin sakıncası yoktu. Herkes
kendi yaşadıklarını, kendi gözlemlerini anlattı. Ben Karadeniz’in doğusunda bir
kasabada yaşıyordum ve az buçuk köy yaşamım olmuştu. Bildiğim kadarıyla bizim
oralarda insanların eşeklerle cinsel ilişkisi yoktu, olsa bile yadırganırdı.
Çünkü arkadaşlarımın anlattıklarını şahsen yadırgadım. Adanalı bir arkadaşımın
anlattığını hiç unutmam, eşeğin ensesine o zamanın popüler film artistlerinden
birinin sinema afişini yapıştırıp işlerini öyle görürlermiş. Arkadaşlarım da
beni yadırgadı. Öyle ya son derece normal sayılan, çoğu bölgede eşek düzmeyeni
adamdan saymayan bir anlayıştan Karadeniz’in doğusunu muaf tutan şey neydi?
Sanıyorum birkaç basit şey: Bir
kere o zamanlar Karadeniz’in köylerinde çocuklar erken yaşta evlenirlerdi. Ama
daha önemlisi arazi yapısı nedeniyle pek eşek yoktu. At veya katır yerine eşek
sahibi olmak gülünç bir şeydi.
Gülünçlükle devam edelim…
İnsanoğlu eziyet ettiği hayvanı
gülünç duruma da sokar. Öyle ki yaptığının eziyet olduğunu algılamaz, hayvan
üzerinde bir gülünçlük yaratır ve eğlenir. Kedinin kuyruğuna teneke bağlar,
sineğin ayaklarını koparır, balığın ağzına sigara tutuşturur vb.
Ama eşeğin öncelikle varlığı
gülünçtür. Ontolojik gülünçlük…
Hiçbir hayvan (Kant’ın
terimleriyle söylersek) kendinde şey olarak gülünç değildir. İnsan eşeği
kendine benzeterek gülünçleştirir. Yani insan kendi gülünçlüğünü eşekten elde
eder. Antropomorfist bakışla önce eşeği kendine benzetir, sonra kendini eşeğe.
Eşek yaklaşık altı yedi bin yıldır evcil bir hayvan olarak insanın
hizmetindedir (attan eski...)… Yapılan kazılardan ortaya çıkan iskelet verilerine
göre eşeğin omurgasının arka kısımlarının fazla aşınması onun ta o zamanlar yük
hayvanı olarak kullanıldığını göstermektedir. İnsan kendisi de yük taşır;
bilinir ama tekrarlayalım, yük taşıyan insanlar (örneğin hamallar) alt
sınıflardır, tarihin bütün dönemlerinde böyledir bu. ‘Eşek olmak’ alt
sınıfların kendi kendisinden nefretidir.
Tuhaf çıkıntıları vardır eşeğin.
Kafasına göre uzun kulakları ve boyuna posuna göre kallavi penisi. Bu yüzden
eşeğin gülünçlüğü düşünülürken eril olduğu imgelenir. Bunca eziyetin,
aşağılanmanın içinde bir boşluk buldu muydu erekte olan penisiyle, kafası her
daim orasında olan insanı deşifre eder. Eşeğin güdüsel olarak erekte olan
penisi, erkek-insanın her daim aklında olan penisine ikame edilir. Eşek erekte
penisiyle cinsel bir ortam yaratmaz, ama erkek-insan sanki eşek cinsel bir
mesaj vermiş gibi kendi abazanlığını eşeğinkiyle kamufle eder. Gülünçlük en çok
da cinsellikten elde edilmez mi?
Nasrettin
Hoca eşeğinden kişiliğini, fıkrasının görsel, grotesk yanını elde eder. Bu
yüzden Nasrettin Hoca fıkralarının çocuksu bir yanı vardır. Gülünç-komik
ilişkisi hammadde-mamul madde ilişkisi gibi kurulur: Eşeğin gülünçlüğü sahibini
komikleştirir. Binek hayvanı olarak eşeğin atla kontrastı eşek sahibini alt
statüye iter (At üzerinde binicinin elde ettiği yükseklik, bir kontrol
kombinasyonu geliştirir; binicinin kendi bedenini, atın bedenini ve etrafını
kontrolü; binici kendi bedeninde karşılık bulan atın üzengi, dizgin ve eyer
takımıyla estetik bir koordinasyon sağlar). Eşekte insanın ayakları yerde
sürünür. Alçaklık-yükseklik metaforunun bayağı-seçkin anlamı at ve eşekte
kendiliğinden mevzilenmiştir. Nasrettin
Hoca bu yüzden halktan biridir. Don Kişot’un seyisi ve yol arkadaşı Sanço Panza
bu yüzden eşeklik eder. Eşeğin adları ironiktir: Kadife, Zarife... İnsan
zalimliğini bu ironi içinde görünmez de kılabilir.
Peki
eşek metaforu asıl ilhamını eşeğin hangi özelliğinden alıyor?
“Çalış baban gibi eşek olma.”
Virgülü isteyen istediği yere
koysun, eşek için bir şey fark etmiyor. Eşek çok çalıştığı halde, hem de
insandan daha çok çalıştığı halde eşek olmaktan kurtulamaz. Aksine, eşek tam da
çok çalıştığı için eşektir. Yani yukarıdaki ifade eşek olmamak için (eşek gibi
çalışmamak için) çalış anlamını gizlemektedir. Çünkü eşek tözünü çalışmaktan
ama alt sınıflar gibi komut alarak çalıştırılmaktan alan bir varlıktır.
Güdülmesi, başında birinin durması gerekir. Eşeğin başında kim durur? Kendisine
en yakın yoksul köylü, sokak aralarında dolaşan seyyar satıcı, hamallığı
eşeğine yaptıran eşekbaşı, kısaca alt sınıf.
Baş ol da istersen eşekbaşı ol.
Alt sınıf(2) toplum içindeki
kendi modelini eşeğin karşısında dispozitif olarak yeniden üretir. Ağır beden
işçiliği her zaman statünün en aşağılarında yer aldığı için böyledir. Eşek
metaforunu üretmek zorundadır, çünkü kendisini karşısında üstün hissedeceği
başka bir varlık yoktur. Çünkü vasıfsızdır. Çünkü bu işi herkes yapabilir, eşek
bile. Usta, vasıfsız işçi gibi yük taşımamak için usta olur. Ustayı sosyal
statünün biraz yukarılarına yükselten hem biraz daha fazla para kazanması, hem
de daha hafif iş yapmasıdır; elinin altında kendisine yük taşıyacak işçilerin
hazır olması itibarını da artırır.
Ağır işlerde çalışan işçilerin
bedeni de, çalışma hayatı dışında statüyü düzenleyen bakış tarafından
tanınabilir (teşhis edilebilir) hale getirilir. Aşırı kas gücü gerektiren bu
alt sınıf bedenleri yine de fitness salonlarında kas yapmış insanların atletik
bedenine benzemez. Kabadır. Daha doğrusu bedeni kaba algılayan bakış, kişiyi
yaptığı işe uygun formda çoktan tasnif etmiştir. A priori denilen öncelik
bedenin elinden bakışa geçmiştir bile. Takım elbise de giyse bu beden duruşuyla
kendini ele verir. ‘Eşeğe altın semer de taksalar yine eşektir.’ Eşek adıyla anılan
birçok varlığın bilerek kabalığı ve ıskartalığı öne çıkarılmıştır: eşek arısı,
eşek dikeni, eşek zeytini, eşek turpu, eşek marulu vb.
Alt sınıf eşek gibi çalışmaz
sadece, eşek metaforunu hazmettiği için de çalışır. Birincisinde benzeyenken,
ikincisinde benzetilendir. İkincisinde sadece faaliyetiyle değil, varlığıyla da
eşekleşmiştir. Birincisi durumken, ikincisi nedenselliktir. Alt sınıf
eşekleşirken eşek de insanileşerek alt sınıfın daha da altında bir sınıf olarak
tasnif edilir. Metafor hakaret gücünü eşeğin bu trans halinden alır, insanın
eşeğe bu antropomorfist bakışı kendisini de eşekleştirir.
Belki
de kast sistemine ihtiyacı olan toplum en alttakini eşek üzerinden metaforik
olarak gösteriyordur. Sanıldığı gibi sınıfların keskin ayrımlarla yapılandığı
toplumlar çelişkilerin uzlaşmaz (antogonist) olduğu toplumlar değildir. Kast
sistemi en alttakinin varlığı dolayısıyla diğer sınıfları kendi aralarında
uzlaştırır. Düşme korkusu üsttekiyle eşitlik dürtüsünü her zaman bastırır. En
alttakinin varlığı diğer sınıflara kendileriyle böbürlenmeyi kademeli
olarak telkin eder. Hem "eşitlik" alt sınıfın üst sınıfla eşitliği
değil, bu tür toplumlarda her sınıfın kendi arasındaki hakkaniyet olarak
anlaşılmaya daha elverişlidir.
Japonya’da feodal kast sisteminin
en altında bulunan Burakuminler, mezar bekçiliği, mezbahacılık, temizlikçilik
gibi en pis işleri yaparlar; diğer kastlar bu tür işlerden dinsel inançlarını
(Budizm, Şintoizm) ve sınıf prestijlerini korumak için imtina etmişlerdir.
1800’lerin sonlarına doğru yeni tüccar sınıfının palazlanmasıyla kastlar arası
geçiş yasağı gevşemesine rağmen Burakuminlerin bir üst sınıfa geçme yasağı asla
değişmemiştir. Günümüz Japon toplumunda Burakuminler hâlâ bir kast
konumundadırlar ve en berbat işleri yapmakta ve horlanmaktadırlar. Onlar
Japonya’nın “eşek”leridir. Deprem sonrası Fukuşima’daki nükleer sızıntıyı
temizlemek için çalışan işçiler en alttaki Burakuminlerdir.
Hindistan’daki paryalara dokunmak
bile üst sınıftakileri kirletirmiş. Bu yüzden onlara ironik biçimde
dokunulmazlar adı verilmiş. Toplumda parya olduktan sonra diğer sınıflar
kendilerini üst sınıf olarak tanımlayabilirlerdi.
İşçi sınıfını genel “proletarya”
adı altında birleştirmek belki geçmişte iyi niyetli siyasi bir projeydi. Şimdi bütün dünyada göçmen işçiler vardır ki,
beden işçiliği artık etnik bir karakter kazanmıştır. Mesela Türkiye’de
Kürtlerin işçileşmesinden değil, alt proleterlerin Kürtleşmesinden söz etmek
gerekir.
Eşek metaforu Ortadoğu
toplumlarının küçük ötekisidir.
Ortadoğu’da insanların çalışmaya
övgü düzmesi ikiyüzlücedir. Çalışma(3) kutsallaştırıldığı halde, bedendeki
çalışma izleri; nasır, ellerin iriliği, omurganın duruşu, iskeletin asimetrisi
vb makbul değildir. Bir monolog sesine de dönüşen çalış komutu, çalış ve
aşağıya düşme, ya da aşağıdan kurtulmak için çalış demektir. Tarih de doğrular: Teknoloji bedensel
çalışmanın sosyal statüsünü giderek aşağılara indirmiştir.
Eşek alt sınıf insanı gibi
çalışır. Alt sınıf eşeğe bakınca kendi parodisini (abartılı taklit) görür.
Eşeğin varlığı yabancılaştırma efekti gibi, insanımızda brechtvari bir etkiyle
düşünmesine sebep olabilecek uyarıcıyı değil, aynı bünye içinde hegelvari
efendi köle diyalektiğini başlatır. İnsanımız eşek karşısında efendi olur, öte
yandan eşek tıpkı kendisidir, köle olur. Çalışır çabalar ama eşek olmaktan
kurtulamaz. Kendi başarısız kaderini eşeğin hayvan oluşunda hicveder. Eşek
oradadır ve varlığıyla sahibini taklit ediyordur.
Çok eskidir bunun tarihi.
Lisede okurken edebiyat kitabında
Şeyhi’nin (4) Harname’sini okumuştuk: “Bir eşek var
idi zaif u nizâr” diye başlıyordu. Şeyhi öküze imrenen çalışmadan özgürce
çayırda semirmek isteyen eşeği alegoriyle anlatmıştır. Şimdi elimde tamamı 126
beyit olan eserin 88 beyitlik bölümü var(5); eseri yeniden okuyunca bağlam
yerine oturuyor… Bir gün sahibi iyilik
yapar ve eşeği palanını indirerek çayıra salar. Eşek orada ne sırtında palanı
ne yük derdi, ne yuları olan semirmiş öküzleri görür. Şiir şöyle gelişir: Eşek
öküzlere bakar, tefekküre dalar ve kendi kendine konuşur: “ki biriz
bunlarunla hilkatde/ elde ayakda şekl ü suretde” (öküzlerle yaratılışta
aynıyız/ elimizin ayağımızın şekli aynı).
Öyle ya nedir bunları ayrıcalıklı
kılan, boynuzları mı? Eşek işin içinden çıkamaz ve çevrede ferasetiyle tanınan
eşeklerin pirine başvurur. Eşeklerin piri ona öküzlerin ekinde çalıştıklarını
ve ekin yediklerini söyler ve bizim işimiz yük taşımak, öküzlere özenme diye de
öğüt verir. Ama eşek söz dinlemez ve tarladaki ekinleri afiyetle yer, yerken de
hem keyiflenir hem geçmişine ilenir, yani anırır: “(…)Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Kur’an Lokman Sûresi,
19. ayet).(6) Bunu duyan tarlanın sahibi: “yüreği soğumadı söğmeğ ile /
olımadı eşeği döğmeğ ile” (eşeğe küfretmesi, dövmesi yüreğini soğutmadığı
için); eşeğin kuyruğunu ve kulağını keser. Eşek acı içinde oradan kaçar, birden
karşısına çıkan eşeklerin piri ne olduğunu sorar. Eşek cevabını verir: “bâtıl
isteyü hakdan ayrıldım/boynuz umdum kulaktan ayrıldım.”
Şeyhi’ye
göre eşek eşektir. Eğer eşek başka bir varlığa özenip de onun gibi olmak
isterse eşeklik eder. Eşek tam da bu noktada metaforik bir kavram olur. Yük
taşımak istemediği, yürüyecek takatinin kalmadığı, bir mola verip dinlenmek
üzere durduğu anda, iş aksar ve eşek inatçı sayılır. Mecalsiz eşeğin dinlenme
inatçılığı, insanın ne olursa olsun eşeği çalıştırma inatçılığı tarafından
örtbas edilir. Eşek sadece yükü değil, insani bir kavram olan inatçılık
yaftasını da bütün olumsuzlayıcı vurgusuyla beraber sırtında taşır. Eşeğin hem
çektiği bedensel eziyet hem de bu bedensel eziyetin canına tak ettiği sırada
yaşadığı kaytarma hali metaforlaşarak alt sınıf insanını tanımlayan bir özellik
olur. Grev yapan, mola zamanını uzatan işçi eşek oğlu eşektir.
İnsanın
hayvana komutu ile hayvanın itaat edişi arasında sanki algısal bir senkron
varmış gibi görünür. Bu yanılsama şöyle işler. Eşek kendisine yapılan eziyete karşılık
veremez; yükü taşıyamadığı zaman durduğunda yediği sopadan kaçar, dolayısıyla
yeniden yürümüş olur. Ama insan nezdinde sanki sopaya itaat etmiş, verilen ceza
yüzünden yürüyormuş gibi görünür. Oysa sopadan kaçtığı için yürür (peşindeki
sopa acıyan yerlerine yetişemesin diye). Hayvanlardaki bu algı sisteminin
olumlu versiyonunu etolojinin kurucusu Konrad Lorenz köpek eğitimi için
anlatır: “(Köpek eğitiminde) en önemlisinin ‘otur’ (veya ‘çök’) komutu olduğu
kanısındayım (…) Tam da ‘otur’ komutundan ötürü, ‘gel’ komutunun çok farklı bir
duygusal anlamı vardır: Köpek o anda gelmek zorunda değildir, gelmesi için ona
izin verilmiştir.”(7) İnsan eşeği
“görev”ini yerine getirtme misyonuyla cezalandırır. Cezayla ona sürekli
görevini hatırlatır. İnsan bunu eşekle arasına doğal bir hiyerarşi kurarak
gerçekleştirir. Eşeğin itaati dilsizdir.
Köle insanın, serfin, yabancı yerlerden gelen yoksul ırgatın da çalışırken dili
yoktur, eşek gibidir. Eşeğin yaptığı işin sonunda alacağı bir ödül yoktur.
Ödül, sahibinin dinlenmeye çekildiği sırada bir süre yük taşımaktan
kurtulmasıdır. Ama bu kez de urganla bir yere bağlandığı için yük taşımak bağlı
olmaktan kurtulmak anlamına gelir. Eşeğin tüm yaşamı bir kısırdöngüden ibarettir.
Bir
yazar hayvanlar üzerinden kurguladığı alegorinin anlaşılması için metaforlara
güvenir. Ama metafor, bir sözcüğün gerçek nesnesinden, gerçek bağlamından başka
bir nesne başka bir bağlam için de kullanabilme yetisini aslı için de
geliştirir. Mesela Çingene sözcüğünü, Çingene olmayanlar için de kullanıyorsak
sözcüğün çağrışımını nesnesinden koparmışız demektir, metafor tekrar nesnesiyle
ilişkiye girdiğinde nesnesini de değiştirir.(8)
İnsan yabani ya da evcil hayvanlarla
ilişkisinde, gözleminde hayvanları artık kendisi olamayacak biçimde yeniden
anlamlandırır. Fizyolojik eşekle antropomorfist eşek aynı değildir. Aynı
olmadığını söylemekle eşeğin hakikatini aradığımız sanılmasın. Hayır biz
insanın hakikatini arıyoruz ve biz kendi hakikatimize kavuşunca eşek de
kavuşacaktır… Eşeğin naif varlığı metaforla başka bir dünyaya sürgün
edilmiştir. Nominalist isme metafor bulaşınca asla varlığın saf hali diye bir
orijin kalmaz, bu talep de edilmez. Eşek sözcüğü metaforlaşıp yeniden hayvan
eşeğe döndüğünde artık eski eşek yoktur. Metafor hayvanı da yeniden
yapılandırır. Sözcüğün anlamını yine bu karmaşa içinde çözmek, yeniden
anlamlandırmak gerekir. Mesela bazı yabani hayvanlar (özellikle etoburlar) ve
bazı sevimli hayvanlar (ki sevimlilik sembolün yarattığı bir dönüttür de)
sembolleştirilir: aslan, kartal, kurt, koala, panda vb. Hayvanın metaforik
anlamı sembolle daha da güçlenir. Oysa metaforik anlamı hakaret anlamı taşıyan
hayvanlar kolay kolay sembolize edilmez. Ediliyorsa bunda bir ironi vardır.
İroninin sarsıcılığı, şaşırtıcılığı, düşünmeye sevk eden alaycılığı iş
başındadır.(9) Ya da radikal bir itiraz devrededir; metafora karşı yeni bir
metafor üretilmek isteniyordur!
Şeyhi
şaşmaz biçimde Ortadoğu’ya ait eşek metaforunu kullanıyor. İnsan eziyetiyle, köleden
beter ettiği, hakaretiyle yaşamın en dibine sürdüğü eşekten, bir de metafor
yoluyla eşeğe benzeyen insanı üretmiştir. Şeyhi bu metaforu hiç değiştirmiyor.
Çünkü metafor kolay kolay değişmez, tutucudur. Metaforun tutuculuğu, yani
anlamı nesnesinden koparıp ötede (meta=öte) hapsetmesi toplumsal sistemi de
tutuculaştırır. Mesela eşek eşektir ifadesi. Sözcük kendisiyle tanımlanıyormuş
gibi görünür. İki sesteş sözcük arasında özdeşlik kurulur. Ama dikkat edilirse
sözcüklerden biri metafordur. Biri tanımlayan, diğeri tanımlanan. Hangisinin
hangisi olduğunun önemi yok. Eşek, insanın ona biçtiği eşeklikle irtibat
halindedir. Yaradılışı gereği eşek, kaderi eşek ve buna rıza göstermediği için
eşek. Metafor tam da bu kırılma anını temsil ediyor: eşek iken eşekliğini
bilmediği anı. Ve insan onu yeniden eşek yapıyor: en basitinden dayakla.
Metaforla eşeğin artık masum olmayan karakteri, alt sınıfa bulaşıyor. Aynı
tutuculuk (‘eşeksin sen eşek kal’) orada işlev kazanıyor: ‘İşçisin sen işçi
kal!’
Eşek metaforu, bütün metaforlar
gibi nesnesinden ayrılarak bir anlam kazansa da, nesnesine geri dönüşte bu
hakaretamiz anlamı da peşinden sürükler. Metaforun yaygınlığına göre artık bu
kazanılmış anlamla salt nesne anlamı arasında bir ayrım yapmak nerdeyse
imkânsızdır. Ama bu ayrım gereklidir. Çünkü metafor sözcüğün düz anlamından
(yani somut anlamından) sonra gelir. Sözcüğün somut resimsel görüntüsü yeni
ifadeye transfer olur, sözcük başka bir boyutta başka bir ilişkinin aracısı
olur; ama bu transfer ancak sözcük somut köküne bağlı kalınırsa yapılabilir;
sözcüğün bonservisi hâlâ somut anlamının elindedir. ‘Akşam yediğim kuru
fasulyeyi hazmedemedim…’ ‘Senin bana
yaptığını hazmedemiyorum…’ Soru şu: Neden birinci cümledeki hazmetmek değil de
ikinci cümledeki hazmetmek metafor? Çünkü bu öğrenme hiyerarşisiyle ilgilidir.
İnsanoğlu somuttan soyuta öğrenir. Ama soyuttan tekrar somuta döndüğünde somutu
soyuta bulaşmış halde bulur. Eşek
eşektir demek toprak topraktır demekle aynı değildir. Eşek sözcüğü insana
tahvil edildiğinde aşağılanma sürecini tamamlar ve hayvanın kendi adı olan bu
sözcük yeniden aslına döndüğünde artık o saflığını elde edemez. Mesela bir
Nazi’nin bir Yahudi’ye ‘Sen Yahudi’sin’ demesi Yahudi’nin de kendisini öyle
kabul ettiği ortak bir dilin ifadesi değildir. ‘Yahudi’ bir Nazi’nin dilinde muhatabını
zan altında bırakan suçlayıcı bir sözcüktür; sözcüğün tanımlayıcılığıyla
suçlayıcılığı aynı fonetik etkiye sahiptir. Kuran’da her iki metaforu bir araya
getiren bir ayet anlattığımız hususa cuk oturuyor: “Tevrat’la yükümlü tutulup
da (Yahudiler) onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin
(eşeğin) durumu gibidir…”(Cum’a 5. ayet)(10) Yahudilerin benzetildiği eşek,
gerçek eşek değil metafor eşektir. Dolayısıyla mecaz da metafora tabidir.
Eşek metafor sayesinde hem evcil
hayvanlar alemindeki yeriyle hem de insanlar arasındaki “çalışma” konumu
dolayısıyla adeta sınıfsal bir statü edinmiştir; itibarsızlığın dibinde bir
statü. Evcil hayvanlar içinde eşeğin ötede bir yeri vardır, hep uzağa
itilmiştir (bugün bile resmi kurumlar eşeği çiftlik havanı kategorisinde
saymamaktadır).
Ortadoğu alt sınıflarının eşekle
kurdukları cinsel ilişkiyi meşrulaştıran da yine bu eşek metaforudur. Dinsel
muhafazakârlığın cinsel kirliliği eril olana değil dişil olana yükleyen
geleneksel algısı burada da iş başındadır. Hayvanla kurulan cinsel ilişki başlı
başına sosyal bir anomaliyken, birincil olarak hayvanla kurdukları ilişkiden
değil de kaçamak cinsel ilişkiden ötürü oluşan bildik suçluluk duygusu ortadan
kalkar, suç eşeğin sırtına yıkılır.
Suçluluk duygusunun suç olarak ötekine yansıtılmasının adıdır kirlenme
(Tıpkı fahişeyle kurulan ilişkide olduğu gibi. Fahişe hep uzaktadır. Fahişe
metaforu onunla ilişkide olan erkeği aklamaya yarar. Erkeğin fahişeye verdiği
ücret kendi aldığı hazzın karşılığı değildir sadece, bu ilişkide fahişe tek
taraflı kirlilik sorumluluğunu da kendisi üstlendiği için bu ücreti hak
eder). Hem bir “suç” ne kadar yaygınsa
o kadar meşrudur. Eşek düzmenin suçluluğa ve utanca dönüşmesi muhtemelen kırsal
yaşamdan kopmayla, şehir yaşamının başlamasıyla olur. Ama Ortadoğu’da bir araya
gelen kafadarların malûm anı ortaklığıyla hallerine gülüp geçmeleri suçluluk ya
da utanç duymalarından daha olasıdır.
Hayvanlarla kurulan cinsel ilişki
herhalde hayvanların evcilleştirme tarihi kadar eskidir. Tabi elimizde kaynak
diye gösterebileceğimiz itiraflar yok, davalar ve hukuki metinler var.
Hıristiyanlığın İncil’de anlatılan bir öyküden yola çıkılarak eşeğe daha
sempatik yaklaştığı iddia edilebilir. Hiç değilse imgesel olarak böyledir.
Çünkü Hz. İsa Yeruşalim’e (Kudüs) eşek üzerinde girer(11). Burada biraz
duralım:
Burada duralım ve Nietzsche’yi hatırlayalım…
Zerdüşt bir gün eşeğe tapan insanlar görür. Kimler yoktur ki aralarında:
“İki kral, emekli papa, uğursuz büyücü, gönüllü
dilenci, gezgin ve gölge, yaşlı falcı, ruhça vicdanlı kişi ve en çirkin insan-
hepsi çocuklar gibi, sofu kocakarılar gibi diz çökmüşler, eşeğe tapıyorlardı.”(12)
Neden tapıyorlardı eşeğe?.. Nietzsche bunu açıkça
söylemez ama seküler yaşamdaki eziyet edilen eşeğin ve Hz. İsa’nın kutsiyet
kazandırdığı eşeğin karşıtlığı bu tapınmaya ironik bir ikilem katar.
“O yükümüzü taşır, uşak kılığına girer, yüreği
sabırlıdır, hiç Hayır demez; ve Tanrı’sını seven her kişi onu döver.” Eşek
‘YİA!’(13) diye bağırır.
Nurullah Ataç, horozun ötüşünü
‘Kukurikuuu!’ diye çeviren birisine çeviri adabı öğretirken “Türkiye’de
horozlar ‘üüürüüü!’ diye öter” demişti vaktiyle. Aynı çeviri mantığıyla
Türkçede eşeğin bağırışı ‘Aİ!.. Aİ!..’ olmalıydı. Ama ‘YİA!’ Almanca evet
anlamına gelen ‘ja’ sözcüğüyle sesteş, Nietzsche eşeğin anırmasının bir
onaylama (‘evet’) olduğunu göstermek istiyor. Çeviri doğru! Nietzsche’nin
alegorisinde eşek zaten ‘evet’ dediği için eşek; adı geçen insanlar da ona
ancak insanüstü (üst insanın zıttı) bir varlık bu haline ‘evet’ diyebileceği
için tapıyorlar. Bunun ‘emek en yüce değerdir’ diyen sendikal versiyonunu
hepimiz biliyoruz. Reel sosyalist sistemin metafizik bir kavram haline
getirdiği proletaryaya da aynı şekilde tapıldığını… Eşeğin kendine yapılanı
onaylaması üzerinden, kötülüğün bütün vebalini üstlenen kurbanı, mükemmel iyi
olarak tanıdıkları için eşeğe tapan insanlar… Aslında burada birbirinden
habersiz iki ironi var: Bir tarafta eşeğin kendini olumlaması, diğer tarafta
eşeğe yaptıklarının eşek tarafından onaylandığını gören insanların kendilerini
olumlamaları. Ancak gerçek ironiyi iki durum arasında alegorik bağ kuran
Nietzsche veriyor bize. Bu ironiyle Kenya’da 8 Haziran 2013’de kutlanan Eşeğe
Saygı Günü (‘Heshimu Punda’) arasında bir paralellik kurulabilir sanırım. Eşekler
Kenya’da önemli bir ekonomik işgücü kaynağı, toplam 600 bin eşek çok ağır
koşullar altında çalışıyor. Cinsine ve yaşadığı bölgeye göre 20-30 yıl olan
eşeğin ömrü Kenya’da ortalama 3 yıla düşmüş. Kim akıl ettiyse o gün boynuna
çiçeklerden çelenkler takılmış eşekler, yol kenarlarına dizilen insanların
arasından bir geçitle yürütülüyor, o gün veterinerler bedavadan bakımlarını
yapıyor, insanlar başlarını okşuyor falan… Ekonomik kaygı (yerellik) ve
hayvanseverlik (globallik) ikilemi eşeği bir günlük de olsa bir tapınç
nesnesine dönüştürmüş. Tabi buradaki hayvanseverlik henüz en ilkel döneminde:
Eşeği saygı duyun çünkü yararlı, bu kendi çıkarınıza… Yukarıda biraz önce
söylediğimiz paralelliğin kısmi olduğu görülüyor. Avrupa’nın eşeği Kenya’nın
eşeğinden farklı çünkü.
Nietzsche eşeği, muhtemelen
İncil’deki İsa’nın bindiği eşeğin alegorik çağrışımıyla yeniden kurguluyor. Bu
çağrışımın üç ayağı var: 1. Eşek kutsaldır, çünkü ona İsa binmiştir, yük taşır,
sabreder, hep evet der; 2. Eşek kendisine yapılan hakarete de evet der, yükü
taşıyamadığı zaman içine düştüğü mecalsizlik onun “eşeklik” halinin
başlangıcıdır, dayağa evet der; 3. İnsan da eşek gibidir, ideal insanın sembolü
İsa aslında eşektir.
“Suçsuzluk nedir bilmemen senin
suçsuzluğundur.”(14)
Eşek kendi cezasını dünyaya geliş
suçunun bedeli olarak çeker; kendini suçlu hissettiği için ceza çektiğini
düşünmez, aksine sürekli ceza çektiği için suçlu olduğunu düşünür. Çektiği
eziyet ödediği kefaret gibidir. Ve bu kefaret hiç bitmez. Çünkü eşek suçsuzluğu
bilmez. Soru şudur: Suçsuzluğu bilmemek masum bir şey midir?
Zerdüşt birden eşeğe tapanların
arasına dalar ve onları sorgular. İçlerinde burada ele aldığımız konuya en
yakın cevabı Ruhça Vicdanlı Kişi verir:
“Ben belki Tanrı’ya inanmam: fakat şurası su
götürmez ki, Tanrı en çok bu şekilde inanca layıkmış gelir bana.”(15) İsa
Tanrı’nın eşeğidir (Nietzsche’nin alegorisi), İsa’nın eşeği bildiğimiz hayvan
eşektir. Buna göre:
- ALEGORİ:
Eşek
(Tanrı’nın eşeği İsa)
İnsanlar (Eşeğe tapıyor)
- GERÇEK:
Eşek (Hayvan)
İnsanlar
(Eşeğe eziyet ediyor)
- METAFOR:
Eşek (Alt sınıf; de-
vamlı
alt sınıfın da
altında
olan sınıf)
İnsanlar (eşek me-
İnsanlar (eşek me-
taforunu
diğer in-
sanlar
üzerinde kul-
lanarak
kendi eşek-
liğini
unutmaya ça-
balıyor.)
balıyor.)
“Bir eşek
trajik olabilir mi?-Ne taşıyabildiği, ne de üstünden atabildiği bir yükün
altında ezilen biri?.. Filozofun durumu.”(16)
Nietzsche’nin
bu sözü 1888 yılında yazdığı Putların Alacakaranlığı’ndan. Bundan yaklaşık bir
yıl sonra Torino’da sahibi tarafından kırbaçlanan bir atın boynuna sarılacak ve
ağlayacaktır. Bu Nietsche’nin filozof olarak hikâyesinin finalidir. Bundan
sonra akıl hastanesinde geçirdiği on yıl boyunca hiçbir eser yazmamış, hiçbir
entelektüel faaliyette bulunmamıştır. Trajik tanımına uygun. Ama asıl trajedi o
an atla özdeşleşen Nietzsche’nin metafor eşekle gerçek atı da
özdeşleştirmesidir; metaforlaşmış ironik eşek gözünün önünde acı çeken trajik
at olmuştur. Bu krizin devamında annesine, “Anne ben ne aptalım,” dediği
rivayet edilir. Öykü bu sözle bütünlüğe kavuşur, Nietzsche bu sözle benliğini
yeniden kurmuş gibi olur. Ve bu söz Nietzsche’nin hikâyesini bitirir. Macar
yönetmen Bela Tarr, Torino Atı filminin başında dış sesle Nietzsche’nin bu
bilinen hikâyesini duyurduktan sonra bize kırbaçlanan atın ve sahibinin
hikâyesini anlatır; izbe bir kır evinde birbirinin aynıymış gibi geçen 6 yoksul
günü. At, yemekten içmekten kesilir, dışarıda hiç dinmeyen soğuk bir fırtına
vardır. Filmin ağır temposu ve kameranın aynı şeyleri defalarca göstermesinden
sembolik bir dil keşfedip birçok yorum yapılabilir tabi, ama yönetmenin asıl
niyeti dili olmayan bir yaşamı bize hissettirmektir. Atın yaşamını da. Filmde
sadece bir sahne hariç hemen hiç diyalog yoktur. Ama bu diyalog sahnesi bize
ilginç bir metafor örneği verir. Zaten sahnenin konumuzla bağlantısını bu
diyalogun birden nasıl metafora evrildiğiyle kuracağız. Filmin ortalarında kapı
çalar, komşuları bir adam palinka (sert bir Macar içkisi) almak için
uğramıştır. Masaya otururlar. Ev sahibi:
“Neden inmedin kasabaya?” diye sorar. Misafir fırtınanın her tarafı darmaduman
ettiğini söyler. “Her yer mahvoldu,” der. Ev sahibi, “Neden mahvolsun ki?” diye
sorar. Misafir sözün bundan sonrasında fırtına, darmaduman ve mahvolmak
sözcüklerinin somut ilişkisini sosyal metafora dönüştürür: “Çünkü her şey yıkık
dökük halde, her şeyin bozulmuş duruma getirildiğini söyleyebilirim. Çünkü bu
sözde masum insan yardımı denilen şeyden meydana gelen alelade bir afet değil.
Tam aksine tüm bunlar insanın kendi hükmünün; kendi hükmünü kendi benliğinden
önde tutması ile alakalı…” Misafir konuşmasını hiç durmadan monolog gibi
sürdürür. Anlattıkları soyuttur, dakikalarca konuşur. En sonunda ev sahibi
müdahale eder, konuşmayı “Geç bunları hepsi saçmalık.” diyerek bitirir.
Gerçeği olduğu
gibi kabullenmek anlamanın tezahürü gibidir.
Deleuze,
Nietzsche’nin eşek metaforunu konu ettiği ilgili kitabının(17) son bölümünde
önce bir varlık tanımlaması sonra da radikal bir soru sorar:
“Olumlamanın
kendisi varlıktır, varlık yalnızca bütün gücüyle olumlamadır(…) Olumlamanın
kendisi hangi anlamda varlıktır?
“Olumlamanın
kendisinden başka nesnesi yoktur. Ama tam da, kendi kendisinin nesnesi olduğu
ölçüde varlıktır. Olumlama nesnesi olarak olumlama: Varlık budur. Kendinde ve
ilk olumlama olarak, o oluştur. Fakat, oluşu varlığa yükselten ya da oluştan
varlığı çıkaran başka bir olumlamanın nesnesi olduğu ölçüde de varlıktır. İşte
bu yüzden bütün gücüyle olumlama, ikilidir: Olumlama olumlanır. Birinci
olumlama (oluş) varlıktır, ama ancak ikinci olumlamanın nesnesi olarak böyledir.”(18)
Peki varlık
nasıl olumlanır? Ama burada hangi anlamda olumlamak diye ikinci bir soru sormak
gerekir. Eşek dövülebilen binek ve yük hayvanıdır. Bu bir gerçeği olduğu gibi
kabullenmek anlamında olumlamadır. Bu olumlamayı hayatın başka alanlarında
insan için üreten bir metafor sistemi de vardır. Olumlama bir aklama değil
yaygınlaşma biçimidir.
Başka bir olumlama çeşidi
deminkinin tersidir, yüceltme ve sevimlileştirmedir: Amerika Demokrat Parti’nin
sembolü eşektir; ünlü Sam Amca’nın çizeri karikatürist Thomas Nast’ın ta
1870’lerde çizdiği eşek Demokrat Parti’nin siyasi sembolü olmuştur… Ama
hayvanlarla cinsel ilişki açısından kimse kimseden daha namuslu değildir.(19)
Ortadoğu’da eşekler baştan
talihsizdir. Ortadoğu’da hadisler yaşamı düzenleyen hukuki içtihatlar olduğu
için en önemli hadis kaynağı sayılan Buhari’den yapacağımız alıntılar yol gösterici
olabilir. Önce garip bir çelişkiden söz etmeliyim. Buhari’nin sağken kendi
yazdığı, yayınladığı bir tek kitabı yoktur. Buhari’nin Hz. Muhammet’in
sözlerini derlemeye başlaması Hz. Muhammet’in ölümünden en az 200 yıl sonraya
rastlar, yani o sıralarda sahabelerin hepsi rahmetli olmuştur. Sahih-i
Buhari’nin orijinali elimize ulaşmamıştır. Bunun hadisleri spekülatif bilgi
haline sokan iki anlamı var: Birincisi Buhari’nin adıyla anılan kitabı zaten
Buhari yazılı hale getirmediği için adı geçen eserde orijinallik de aranamaz.
İkincisi Buhari’nin öğrencilerinden Ebu Abdullah el-Fiebri, Buhari’nin
addedilen el-Camiu’s-Sahih’i Buhari’den iki defa dinlemiş ve güya günümüze
ulaşmasını sağlamıştır (dikkat edelim, iki defa dinlemiş ve ezberlemiş?!…
Burada metinlerin orijinalliği değil, dıdısından dıdısına dolaşan bilginin bir
elde toplanırken aynı zamanda kendini meşrulaştırması, yaygınlaştırması,
kökleştirmesi bizce daha önemli). Muhaddis Ali b. Muhammed el-Yununi 1200’lü
yıllarda birçok tarihten, birçok kaynaktan gelen nüshaları bir araya getirip
içlerinden seçim yaparak bir metin oluşturmuş. Günümüzdeki Buhari metinleri
buna dayanarak hazırlanmış. İlk ne zaman? 1300’lü yıllarda… Yani Buhari’den 500
yıl sonra!.. Bunun insan zekasını ilgilendiren en önemli menfi sonucu şu:
Hafızlar aracılığıyla ezbere dayalı bilginin yaratıcı bilgiden daha makbul
oluşu, tekrara dayalı bilgiyi kütlenin beyninde asırlardır aşılamayan bir
paradigma haline getirir. Bu, tekrarı; yani muhafazakârlığın en önemli
kaynağını açıklıyor. Geçelim. Hadislerin
orijinal olup olmamasının, eşeğin bu topraklarda gördüğü zulüm açısından hiçbir
önemi yok. Önemli olan dini kaynakların ve uygulamaların bu zulüm için meşru
bir zemin hazırlamaları:
“Merkebin anırmasını
işittiğinizde de şeytan (ın şerrin) den Allah`a sığınınız (ve: Eûzü bi`llâhi
mine`ş-şeytâni`r-racîm, deyiniz). Çünkü merkep
şeytan görmüş (de öyle anırmış) dır.”
Hadis no:1363(20)
“Şöyle demiştir: Nebiyy-i Ekrem
salla`llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: İmamdan evvel başını (secdeden)
kaldıran her hanginiz, acabâ şundan korkmaz mı ki, Allâhu Teâlâ, başını eşek başına -yâhud sûretini, eşek sûretine- çevirsin?” Hadis no: 400
“Rivâyete göre, Nebî Salla`llahu
aleyhi ve sellem zamânında Abdullah adlı bir kimse vardı. (Halk arasında) hımâr
(=eşek) lâkabiyle anılırdı. Resûlu`llah
Salla`llahu aleyhi ve sellem`i (ara sıra) güldürürdü...” Hadis no:2086
"Resulullah (sav) buyurdular
ki: "Biriniz sütresiz olarak namaz kılarsa (önünden geçtiği takdirde)
şunlar namazını bozar: Eşek, domuz, yahudi, mecusi, kadın...”(21) Hadis no:2732
Şeriat
uygulamalarında eti yenen ve sütü içilen inek, koyun, keçi gibi hayvanlarla
cinsel ilişkinin cezası ağırdır, değişik sayılarda kırbaç cezası verilir.
Hayvanın eti murdar kabul edilir ve kesilip yakılır. Bunun sebebi cinsel
tabunun hayvan üzerinde yeniden imgelenmesidir. Erkeğin spermi muhayyilede
hayvanın sütü ve etiyle metabolize olur. Bu yüzden eti ve sütü helal olan
hayvanlarla (koyun, keçi, inek) cinsel ilişki haramdır. Eti haram olan
hayvanlarla cinsel ilişki helal sayılmasa da nerdeyse caizdir. “Eğer eti mekruh olan at, eşek ve katır
gibi binek olarak kullanılan hayvanlardan olursa o hayvanı kesmezler. O şahsın
devamlı olarak kınanmaması için hayvanı başka bir şehre sürerler ve orada
satarlar.”(22) Yani eşek düzene ceza
yok, eşek de sürgünle paçayı kurtarıyor. Nedensellik sıralamasında tersi gibi
görünse de belki de hayvanın mekruh oluşuna yol açan onunla kurulan cinsel
ilişkidir. Öte yandan Turan Dursun Din Bu 3 kitabında hayvanlarla cinsel
ilişkiye müsamaha gösteren birçok eski ve muteber din adamının görüşlerini
derlemiştir. İşte bunlardan birkaçı:
“Kur'an'da, hayvanla cinsel
birleşime ve bu ilişkinin "zina" olduğuna, suçlusuna "hadd
(ceza)" uygulanacağına ilişkin bir ayet, bir hüküm bulunmamakta. Buna
ilişkin bir hadis de yoktur. Çünkü hayvanla cinsel ilişkide bulunmuş olana,
Peygamberin "zina haddi (zina cezası)" uyguladığına ilişkin bir
hadis, aktarılagelmiş değildir. (Bkz. Abdurrahman el Cezîrî, Kitabu’l-Fıkh
Ale’l-Mezâhibi'l-Erbaa, 5/149.)”
“Fahruddin Râzî, "hayvanla
cinsel ilişki"nin "zina" kapsamına girmediği, onun için bu
ilişkiden dolayı "hadd" uygulanamayacağı, yalnızca "ta'zir
(azarlama)” cezasının verilebileceği yolundaki görüşe, İmam Malik, îmam Sevrî
ve İmam Ahmed îbn Hanbel'in de katıldığını yazar. (Bkz. F. Râzî, 23/133.)” (23)
Birbiriyle çelişik hadisler de
vardır.(24)
Bütün bunlar dönemin anlayışına
ve yorumuna kalmıştır. Eşekle cinsel ilişki mantıken yasak olsa bile bu konuda
dini kaynaklara başvurularak katı bir yasak getirilmediği de açıktır. Müsamaha
gösterilmiştir, görmezden gelinmiştir. Aslında bir şeyin yasak olmasıyla yaygın
olması arasında hiçbir çelişki de yoktur. Hatta yasağın yaygın ihlali, yasağın
kabulüdür. Çünkü yaygın ihlalde suç şikâyetle gerçekleşir. Eğer bir yasağı
toplum ihlal ediyorsa, yasağın müeyyidesi ancak şikâyetle vücut bulur. Yani
suçun yasadan kaynaklanan bağımsız bir varlığı yoktur, varlığı ancak şikâyetle
doğrulanır, şikâyete tabidir. Diyelim zanlı herkesin bildiği bir şeyi yasa-koyucunun
dışında gözden ırak bir yerde yapıyor; yaptığı şey yasak olsa bile kendini
gizlemesi (buradaki gizleme, desteğini kimse bilmesin diye geliştirilen ketum
bir mizaçtan almıyor, yaptığı şeyin çocuklar ve kadınlar nezdinde görülme
olasılığına karşı dikkat telkin eden teşhirci pozisyonuna düşme kaygısından
alıyor) bırak yasağı çiğnemeyi, yasağı çiğnerken gösterdiği itina olarak
kendisine meşruiyet bile kazandırıyor.
Yaygın yasa ihlali bir başka
ana-yasağın gölgesinde gerçekleşir. Bunun anlamı yaygın yasa ihlalinin diğer
korkulan yasağı güvenceye almasıdır. Hukukta bir yasak diğer yasağı güvenceye
alıyormuş gibi görünse de bu her zaman böyle değildir. Toplum hayatı ihlallerle
doludur. Kimse kendini toplu halde suçlu hissetmez (toplumun total olarak kendini
suçlu hissetmesi; keşke böyle bir şey olsa)… Ortadoğu’da eşekle cinsel ilişki
daha önemli bir yasağı, zina yasağını emniyete aldığı için meşrudur. Evli ve
çocuk sahibi yetişkin erkekler toplumda iktidar yaş evresini oluştururlar.
Eşekle cinsel ilişki ergenin paradoksal olarak nefsine sahip çıkma göstergesidir
de, böylelikle ergenler iktidarı elinde bulunduran erkeklerin cinsel sahasına
girmemiş olurlar. Böylelikle daha büyük günah olan zina ve flört yasağına
riayet etmiş de olurlar. Doğal kadın erkek ilişkisi yasaklanınca eşekle kurulan
seks anomalisi normalize edilir. Eşekle düzüşmesini bitiren birbiriyle
sevişemeyen insanlar bir takım soyut kavramlarla, simgelerle, kutsal değerlerle
sevişirler. Toplum sapıtır.
Eşekle cinsel ilişki metafor
olarak eşeği de cinselleştirir. Ama asıl eşekle ilişkiye giren erkeğin bedenini
yapılandırır! Eşekle ayakta yapılan şipşak seks (ki başka bir pozisyon mümkün
değildir, bunu hayvan gibi yapmak zorundadır) tecavüzün de prototipidir.
Bedeninin sadece tenasül kısmıyla zevk alan hazır bir form yaratır. Kişi teorik
olarak bilse bile beden flört, kur gibi becerileri edinemez. Hadi Tecavüzü bir
tarafa bıraktık, eşekten geçen bu alışkanlık fahişeyle seksi, özellikle ucuz
fahişelerin uzman kesildiği hızlı, acele, iş bitirici bir ilişki haline
getirir. Hatırlatalım, bir dönem İstanbul’unda bazı umumi tuvaletler geneleve
dönüştürülmüştü: ayakta, şipşak. Evlenince eşekten zevceye intikal eden seks
aynı tarzda devam eder, sevişmesiz, okşamasız ve erken boşalmayla. Peki eşekle
seks sadece erkeğin bedenini mi yapılandırır? Bu anomalide hiç payı olmadığı
halde belki de en çok kadını yapılandırır. Ergen erkeğin eşeğe duyduğu kösnül
maskaralık hem kendi yaşıtı kadını dışarıda bırakan hem de eşekle kadın
arasındaki farkı silen bir durum yaratır. Kadın şöyle düşünür: ‘Erkek eşeği de
arzulayabildiği halde kadın olarak benim yerim ne?’ ‘Erkeğin eşekle seks
kariyerinden sonra güzel ve değerli olduğumu nasıl anlayacağım?’ Erkeğin eşekle
seks yaptığını duyan kadın kendini aşağılar… Kadın ergen erkeğin eşekle
oyalanması sırasında boşta kalarak iffetini korur. Kadın kendini
değersizleştirirken iffet değer kazanır. Çünkü iffet ileride evlenecek erkeğin
sahip çıkacağı, kadına emanet edilmiş değerdir.
Kolombiya’nın kuzeyinde Cartegana
denilen bölgede eşekle cinsel ilişki alenen yapılan ve alenen konuşulan bir
ritüel gibidir. İzlediğim belgeselde, yeniyetme çocuklar milli olmanın, henüz
ergenliğe ilk adım atmanın başarısını eşekte tadarlar, kendilerinden övgüyle
söz ettikleri, kadınların yanında bile rahatlıkla konuştukları bir konudur bu.
Ergenler eşekle cinsel ilişkinin kendi penislerinin büyüttüklerine
inanıyorlardı; daha da önemlisi bu işi yaptıklarında penislerinin yeterli
büyüklüğe ulaştığı onaylanmış oluyordu.
Erkeklerin eşekle aşk yapmaları hakkında ne düşündüğü bir yerli kadına
sorulduğunda (ev kadınıydı ve kucağında küçük bir çocuk vardı) kadın şu cevabı
verdi: “Hayatlarında bir kadın olmadığı sürece istedikleri eşekle yapabilirler.
Ama bir kadın olduğunda onlar olmamalıdır.” Burada kadının endişesine eşlik
eden şey kıskançlık değil, kendini aşağılama kapasitesinin sınırıdır. Erkeğin
eşek üzerinde yaptığı cinsel kariyer, kadının evlilikle yaptığı erkeğin
hayatından eşeği çıkarmasıyla gelen kariyerle bütünleşiyor ve toplum düzeni
sağlanıyor. Kadının sözlerinin gizli bir
anlamı daha var: Erkeklerin eşek seçeneği boldur, ama evlenmek için sadece bir
kadını seçerler; bununla avunabilirim… Orta yaşlı bir adam kadınların ve
çocukların da olduğu bir ortamda kadın eşek kıyaslamasını yapıyor: “Kadın daha
iyi çünkü aletini emebilir, eşek bunu yapamaz.”(25)
Bir arkadaşım Erdekli köylülerin
işe yaramaz eşeklerden daha mutedil bir şekilde kurtulduklarını anlattı. Eşeği
ormanın uzak bir yerine götürüp terk ediyorlarmış… Ama insanın yüreğini ferahlatan asıl bilgi,
son yıllarda eşek sahiplerinin köylü kadınlar olması. Bağına bahçesine eşekle
gidip gelen kadınlar. İnsan aklını o tarafa doğru çevirince gözüne güzel görüntüler geliyor.
“Bütün
soruların cevapları bir köpeğin bakışlarında gizlidir.” der ya Kafka, Ortadoğu
toplumlarında ise soruların cevapları bir eşeğin güzel mahzun gözlerinde
gizlidir.
'Buraya
işeyen eşektir.'
(1)
Eşeği sahibinin dediği yere bağla da varsın kurt yesin.
(atasözü)
(2)
Tarihin bütün dönemlerini kapsasın diye “alt sınıf”
tabirini kullanıyoruz.
(3)
Soyut bir sözcüktür ‘çalışmak.’ Üzerindeki anlam
belirsizliği çalış emir kipiyle anlamını kazanmaktadır.
(4)
Doğum tarihi bilinmeyen Şeyhi’nin ölümü 1431 kabul
edilmektedir.
(5)
Üçüncü Harname, Ord. Prof.Dr. Hayrullah Şanzumi (yazar
müstear ad kullanmış), s.92-99, Mefkûre Yay. 1. Baskı, İstanbul 2006
(6)
Kur’an, Türk Diyanet Vakfı Yay. Ank. 2002, s. 403
(7)
Konrad Lorenz, Ve İnsan Köpekle Tanıştı, Cumhuriyet
Kitapları, Çev. Evrim Tevfik Güney, 1. Baskı Mart 2007, İstanbul, s. 46
(8)
Sırf bu metafor yüzünden Romanlara çingene denilmesi
hakaret sayılarak hukuki men karakteri kazanmış, sözcük etnik bir isimlendirme
olmaktan çıkıp sıfat haline gelmiştir. Oysa
yasak metaforun hakaret gücünü daha da ağırlaştırmıştır.
(9)
Buradan eşeği amblemi yapan Türkiye Hayvan Partisine ve
ülkesinin en çok cefa çeken hayvanı ineği amblemi yapan Hollanda Hayvan
Patisine selam.
(10)
Kur’an, Türk Diyanet Vakfı Yay. Ank.2002, s.553
(11)
“Ve şakirtler gittiler, İsa’nın kendilerine emrettiği
gibi yaptılar. Ve eşekle sıpayı getirdiler. Onların üzerine esvaplarını
koydular. Ve İsa üzerine bindi.” (Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi
yayını, Matta Bap 21/7 s.23, İstanbul 1981, benzer metinler için bkz age Luka
Bap 19, s. 83… Yuhanne Bap 12, s. 109 )
(12)
F. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, s. 365, Çev. Turan
Oflazoğlu, MEB Yayınları, İstanbul 1997
(13)
age s.366
(14)
age s.366
(15)
age s.369
(16)
F. Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, s.10, çev.
Hüseyin Kaytan, tümzamanlaryayıncılık, 2. baskı, İstanbul 2000
(17)
G. Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, çev. Ferhat Taylan,
Norgunk Yayınları, 1. baskı, İst. 2010
(18)
age s. 234,235
(19)
“Ortaçağ’ın başında hayvanlarla cinsel ilişki
masturbasyonla aynı kefeye konuyordu: Hayvanlar insanoğlundan o kadar farklı
görülüyordu ki, bir hayvanla ya da hareketsiz bir nesneyle ilişki kurmak aynı
şeydi. Ortaçağ’ın sonunda ise homoseksüellikle bir tutuldu, böylece suçun
derecesi, onunla birlikte hem hayvanın hem de insanın cezası arttı… Yasal
mevzuat getirildi… Hem hayvan hem insan asılır ve yakılırdı… 1550’de ırgat
Jacques Gion bir inekle ilişkide bulunurken yakalandı. ‘İbretlik’ bir ceza
verildi ona: Gion, emellerine ulaşmak için üzerine çıktığı çalı çırpılarla ve
inekle birlikte köy meydanında yakıldı. Bu tür vakalarda genellikle büyük boy
evcil hayvanların adı ikinci kişi olarak geçer: Eşekler, katırlar, kısraklar ve
inekler. Keçi ya da koyun gibi daha küçük hayvanlara davalarda daha az
rastlanır, büyük ihtimalle küçükbaş hayvanlar çocukların ve kadınların
sorumluluğunda olduğu için.” (Sara F. Matthews-Griecon, Bedenin Tarihi 1. cilt,
hazırlayanlar: Alain Corbin, Jean Jacques Courtine, Georges Vigrello, çev. Saadet
Özen, YKY, İst. 1. baskı Mayıs 2008 s. 171,172)
(20)
İnternetten www.ihya.org
Sahih Buhari Hadisleri
(23)
Turan Dursun Din Bu
(24)
“Hadis:
İbn Abbas'tan, şöyle dediği
aktarılır:
"Hayvanla cinsel ilişkide
bulunan kimseye zina cezası uygulanmaz."
(Bkz. Ebu Dâvûd, Kitabu’l-Hudûd/30,
hadis no: 4465; Tirmizî, Kitabul-
Hudûd/23, hadis no: 1455.)
Hadis:
"Hayvanla cinsel ilişkide
bulunan kimse öldürülmeli"
Aynı İbn Abbas'tan, Peygamberin
şöyle dediği de aktarılır:
—
"Hayvanla cinsel ilişkide
bulunan kimseyi öldürün! Onunla birlikte,
hayvanı da öldürün!" (Bkz.
Ebu Dâvûd, Kitabu'l-Hudûd/30, hadis no:
4464.)
Sahih
Buhari’nin topladığı birçok hadis günümüz baskılarından çıkarılmıştır. Aşağıda
Almancasını aktardığım hadis Türkçesinde yoktur. İlgili hadisin kısaca meali
şudur: Kadınları regl olan erkekler ahırdaki dişi genç hayvanlarla cinsel
ilişki kurabilirler.
“Ibn
Sharib erzählt, Ib Abdul Talib habe gesagt: Immer wenn seine Frauen sich in
ihrer monatliche Reinigung (d.h. Menstruation) befanden, sah ich den Gesandten
Allahs (sws) des öfteren in der Nähe seiner Kamelherde. Dort pflegte er
liebevollen Umgang mit den weiblichen Tieren, wandte sich aber mitunter auch
den Jungtieren beiderlei Geschlechts zu. (Sahih Al-Buchari Bd. 2, Nr. 357)” http://www.pi-news.net/2007/05/im-namen-allahs-sex-mit-nutztieren-in-ordnung/
Keza
İran’ın dini önderi İmam Humeyni koyun, inek, deve gibi hayvanların cinsel
ilişki sonrası öldürülmesini ve etinin kendi köyünde değil uzak bir köyde
satılmasını buyurmaktadır:
Ein
Mann kann Geschlechtsverkehr mit Tieren wie Schafen, Kühen, Kamelen haben.
Jedoch sollte er das Tier töten, nachdem er seinen Orgasmus hatte. Er sollte
nicht das Fleisch an die Leute in seinem eigenen Dorf verkaufen; jedoch das
Fleisch ins nächste Dorf zu verkaufen ist erlaubt.? (Zitat aus Tahrirolvasyleh,
von Ayatollah Ruhollah Khomeini; Band 4 Darol Elm, Ghom, Iran, 1990) )” http://www.pi-news.net/2007/05/im-namen-allahs-sex-mit-nutztieren-in-ordnung/
Bu güzel yazı için teşekkürler Ömer Hocam.
YanıtlaSilBu yazınız üzerine aşağıdaki linkte yer alan videoyu da izlemek iyi olabilir?
http://www.youtube.com/watch?v=7s1m8IJcqbo
Mükemmel
YanıtlaSil