Irkçıyım ben, insanları enselerine göre tasnif edebilirim. Ama bunun için yeni kavramlara ihtiyacım olacak.
17 Aralık 2012 Pazartesi
Ense
Irkçıyım ben, insanları enselerine göre tasnif edebilirim. Ama bunun için yeni kavramlara ihtiyacım olacak.
11 Aralık 2012 Salı
Kör ve Sağır
Kör ve sağır olsaydık sadece tenimizle bir ahlâk geliştirebilir miydik? Ama o halimizle bir an geriye dönsek gözümüz ve kulağımızın sadece tenlerimiz üzerinden birer ahlâk organı haline geldiğine şaşırır mıydık?..
RTÜK ve Allah...
Allah inancının yetkiye (güce) dönüşmesi, inancın istikrarı değil mi? Düşün!.. Sana demiyorum RTÜK, kendime diyorum...
1 Ekim 2012 Pazartesi
Antropolojik Olarak Güzel Kadın
ANTROPOLOJİK OLARAK GÜZEL KADIN
"O zamanlar otuz yaşındaydım, yolum Nişantaşı’na düştü, niyesini bilmiyorum, bir sokağa girdim, karşıma birden çok güzel bir kadın çıktı. Kadın o kadar güzeldi ki durdum bakakaldım, hayatımda hiç o kadar güzel bir kadın görmemiştim, yanımdan bir peri gibi geçti gitti, bir süre peşinden baktım, baktım… Sonra önüme döndüm, ne yapacaktım yoluma devam ettim... Aklım hâlâ deminki güzeldeyken bir ara kafamı kaldırdım, başka bir güzel kadın sokağın öbür ucundan gelmiyor mu?.. Ama ne kadar güzel!.. Ne diyeyim size, deminki kadından bile güzeldi!.." Osman Amca duraksadı akşam karanlığında ufku daralmış denize doğru baktı.
"Sonra noldu Osman Amca?"
"Hiç.. hiç.. yürüdüm gittim…"
“Kadınların yüzlerini hatırlıyor musun Osman Amca?”
“Nerden hatırlayacağım, hatırlamıyorum tabi…”
Osman Amca kadınların yüzlerini hatırlamıyordu ama güzelliklerini hatırlıyordu. Bu hatırlamanın bedeli o güzel kadınların da artık birer yaşlı olduğunu unutmaktı. Osman Amca bu öyküyü anlattıktan bir yıl sonra seksen küsür yaşındayken öldü. O kadınların da öldüklerini farz edebiliriz. Rahat uyusunlar, Osman Amca onların emanetini ölene kadar kafasında taşıdı…
Osman Amca’yı bu öyküyü anlatmaya iten neydi?
Güzel kadının fiziksel çekiciliği ile ondan söz etmenin çekiciliği aynı şey mi?..
Güzelden söz etmenin çekiciliği ne?..
Nedensellik
Hangi neden? İlk neden mi? Yani kurşuna dizmenin ilk defa gözler bağlanarak gerçekleştiği o tarihi başlangıç anının nedeni mi? Bu uygulamanın yaygınlaşmasının nedeni mi? Yoksa hâlâ sürdürülmesinin nedeni mi?
Nedensellikteki olayın olgu haline gelmesinden sonra geriye dönük olarak, ‘niçin oldu?’ veya ‘niçin oluyor?’ biçimindeki hazır soru bizi tekrarın ayinine ulaştırır. Biz nedensellik sayesinde olayla uzlaşırız.
Olmuş bitmiş bir olayı anlamak için 'neden' sorusunun aşırı bir fazlalığı vardır. 'Neden' sorusuyla olmuş bitmiş bir olaya müdahale edemeyeceğimizi bildiğimiz halde bu soru neden geçmişe ait bir soru olarak anlaşılır? Sanki kronolojik olarak 'neden' olayın selefidir. Öyle midir gerçekten? Neden sorusu bizi olayın oluş gerekçesine götürür. Ama olay zaten elimizin altında olduğu için sorudan beklentimiz bir doğrulama olmayacaktır. Maalesef ‘neden’ sorusu asalak biçimde bu hizmeti görür.
Yukarıdaki soruya dönelim. Şu ya da bu kişinin değil de kurşuna dizilerek idam edilecek insanın antropolojik olarak gözlerinin bağlanmasının nedeni nedir biçimindeki soru bizi olgusal kararlılığa yaklaştırmaz mı? Bu kararlılıkta "iş"leri kolaylaştıran bir şey olmalı. Tekrar, hayatımızı kolaylaştıran ritmin adı değildir sadece, biz canlılar bedensel huzur için tekrara eğilimliyizdir ve tekrar hazda periyoda teşneyken acıda ikame yoluyla unutmayı sağlar. Acıda unutma hiç şüphesiz, nedenin unutulmasıdır. Ve bu durumdaki ilâve 'neden' sorusu yıkıcıdır.
Yıllar önce öğretmenlik yaptığım köy okulunun lojmanında, bir kış günü avarelikle camdan bir serçeyi izliyordum. Yolun kıyısına ekmek kırıntıları koymuştum.. serçe gagasıyla bir parça alıyor, hemen biraz kenara sıçrıyor, kafasını o yana bu yana çevirerek sağı solu kolluyordu, sonra tekrar kırıntıların yanına geliyor, bir parça daha alıyordu. Aynı hareketi tekrar tekrar yapıyordu. İlk anda 'ürküyor' dedim. Ama serçenin kırıntı yeme ürkekliği çoktan benim serçeyi izleme seremonime dönüşmüştü. Bunu sağlayan şey ürkeklik olamazdı. Bu ritimdi. Karşılıklı ritim: Onun yemlenme ritmi, benim seyretme ritmim. Korku ritmi bozacak olan tehditti, ritmi sağlayan değil. Ve dolayısıyla ürkekliğin ritmi unutmada mündemiç olduğu için farkında olunmayan bir şeydi.
Farzedelim ki, idam mangasındaki bir asker, kendisi gibi ateş edecek yanındaki diğer askere sordu:
"Neden bağlıyoruz gözlerini?"
İşte bu cevap yıkıcıdır. Bizi olgunun kararlılığıyla tanıştırır. İşte nedenselliğin 12'den vuracağı yer burasıdır.
Yalan
Ahlâk ile etik arasındaki farkı yalan
kavramı üzerinden şöyle ifade edebiliriz: Ahlâk 'Yalan söylememelisin' der,
Etik 'Yalan nedir?'diye sorar.
Raymond Carver'ın Yalan adlı öyküsü (1 )
topu topu 3,5 sayfa. Bir adam ve bir kadın arasında geçiyor. Ama bahsi geçen
iki kişi daha var: Biri ortak tanıdıkları bir kadın, diğerini sadece adam
tanıyor. Öyküde özel isim yok.
Ben öyküyü adam ve kadının psikolojik
dalgalanmalarına göre dört bölüme ayırdım.
Adam ortak tanıdıkları bir kadından
karısı hakkında bir şey duymuştur (R. Carver bize bunu açıklamaz ama bir
aldatma ilişkisi olduğunu sezdirir). Bunu karısına söylediğinde karısı diğer
kadını yalancılıkla suçlar. Adam diğer kadının neden yalan söylemek istediğini
anlamaz, diretir. Kadın diğer kadının kıskanç kaltağın teki olduğunu söyler ve
kendisine inanmasını ister. R. Carver bize bu sırada kadının bir
davranışını aktarır:
"Ardından, şapkasını saçına
tutturan iğneleri ve eldivenleri çıkartıp her şeyi masaya koydu. Paltosunu
omuzlarından atıp sandalye arkalığına bıraktı."
Bu ayrıntıda ne var?
Adam, kadın daha içeri girer girmez,
şapka ve paltosunu çıkarmasına fırsat vermeden sorguya başlamıştır. Yazar,
kurgusu sayesinde algımızın öykünün anlatılmayan öncesini de kapsayacağından
emindir. Adam o anın gelmesini sabırsızlıkla bekleyen bir ruh hali içindedir.
Kadın adamın sorusuyla sıkışmıştır ve şaşırmış gibi yapar. Ama duygusal
tepkisini gösterirken bu sıralamayı tersine çevirir: Şaşırmış gibi yapar ve
karşı saldırıyla adamı sıkıştırmaya çalışır. Tartışmanın bu safhasında
giysileri hâlâ kadının üzerindedir. Çünkü yalancı ithamı yüzünden henüz
savunmasızdır ve evle arasındaki sahiplik ilişkisi birden bozulmuştur; sanki
başkasının evinde "yabancı" biriymiş gibi üstünü çıkarmak için teklif
bekliyordur.
Yukarıdaki ayrıntıda ise kadın bu hayati
tartışmanın ortasında evin yeniden ona ait olduğunu hepimizin yaptığı gibi
gösterir: Soyunarak! Ev kadının tarafıdır.
Öyküye dönelim.
Kadın soyunma eyleminin ilk hamlesini
yaparak diğer kadının asıl yalancı olduğunun "delil"ini sunuyor. Öte
yandan diğer kadın yalancıdır çünkü ikisinin dostu olsa zaten böyle bir şeyi
söylemezdi. Adam bocalar, diğer kadına değil karısına inanmak eğilimindedir,
çünkü karısına âşıktır. Adam kafası karışık halde pencereye yönelir yolda akan
trafiğe bakar. Bir arkadaşı aklına gelir; lisedeyken kötü geçen iki üç yıllık
döneminde dostu olmuş kronik yalancı bir arkadaşı. O ergenlik arkadaşının
varlığı diğer kadının yalancı olduğunu doğrular gibidir: dünyada sırf keyif
için yalan söyleyen böyle insanlar vardır. Eski yalancı arkadaşının varlığı
diğer kadının yalancı olduğunun delilidir. Bu öykünün ikinci aşamasıdır.
Ama daha soluk almadan öykünün üçüncü
aşamasına geçilir. Adam pencerede karısını aklama modundayken, karısı birden
itirafta bulunur:
"Doğru, Tanrım affet beni. Kadının
söylediği her şey doğru. 'Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum' derken yalan
söylüyordum."
Adam tam karısına inanmaya başlarken,
karısı birden kendisinin yalancı olduğunu diğer kadının doğru söylediğini
itiraf eder. Bu öykü kocanın ağzından anlatıldığı için 'İtiraf eder'i yazarın
yerine ben dillendiriyorum. Kocanın itiraf sözcüğünü kullanmayışı doğru ile
yalan arasındaki belirsizliğin öykünün sonuna kadar korumasından olabilir, bunu
bilemem.
Öyküde bu aşamayı öngöreceğimiz herhangi
bir atmosferik hazırlık var mı?
Kadın adamın kendisine sırtını dönüp
pencereden dışarı bakmasını, kendisinden bu fiziksel uzaklaşmasını, adamın ikna
olmayışının göstergesi, işlerin daha da sarpa sarması olarak değerlendirmiş
olabilir mi? Çünkü yalan ancak ikinci bir yalanla korunabilir. Yaratıcılık
gerektirir. Eğer adam karısına inanmıyorsa, karısının önceki yalanında ısrar
etmesi ancak yalancılığı güçlendirir. Ve kadın adamın sessizliğini yanlış
yorumlayarak ters bir hamle yapar: İtiraf ederek bağışlanmayı diler. Ama bu
harcıalem bir yorumdur ve öyküde de bizi böyle bir yoruma götürecek herhangi
bir ipucu yoktur. Bağışlanma itirafın işlevi (niyeti) gibi görünür. Ama bunun
doğru olma ihtimali hakikatin zaten elimizin altında olma ihtimalinden fazla
değildir. "İtiraf" bir sözcüktür ve anlamını nerde nasıl
kullanıldığına göre kazanır.
Kadın burada "itiraf"
etmemiştir, sadece az önce söylediğinin tersini söylemiştir. Ya ‘itiraf’
dediğimiz iç dökme çoğu zaman kavram olarak da bu anlama geliyorsa?
İtiraf, ikrar edenin doğru karşısında
ikna olması mıdır? Doğru, itiraf edenden hariç bir yerde olmadığı için insanlar
genellikle "güç" karşısında ikna olurlar. İtiraf bazen de yalanı
güçlendiren bir faaliyettir ve işlevi doğruya kavuşmak değil, doğrunun seçilen
bir kısmı ile karşıdakinin elini zayıflatmaktır; itirafla diğerinin
saldırganlığını yumuşatmak, vicdani bir bocalama yaratmak gibi başka saikler de
söz konusu olabilir...
Kavramlara bu kadar bağlı kalmak öykünün
somut edebi karakterini bozar elbette. Gerçi öyküsüne ‘Yalan’ adını vererek
bizi baştan yönlendirse de R. Carver'ın amacı tam tersi, kavramı bozguna
uğratmak olsa gerek. Kadının birden diğer kadının söylediğini doğrulamasını
öykünün akışı içinde şöyle de yorumlayabiliriz:
Kadınlar aldattıkları erkekleri
sevmezler; neden sonuç ilişkisi bakımından, daha çok bunun tersi doğruymuş gibi
gözükür, yani kadınlar sevmedikleri erkekleri aldatırlarmış gibi. Oysa cümlenin
tersi herkes için daha hayırlıdır: Kadınlar aldatabildikleri erkekleri (ve tabi
aldatıldığını anlayamayan erkekleri) sevmezler (yazarın anlattığı hikâye gereği
erkeklerin aldatmasını konumuzun dışında tutsak da yalan herkesi aynı kalıba
sokmaya kadirdir).
Kadın evinin kadınıdır (soyunmasıyla
bunu göstermiştir) ve sevmediği bir adamla aynı evde yaşamaya katlanamayacağı
için kocasının ilk baştaki kuşkusunu doğrulamaya razı gelmiştir. Bütün bu çiftanlamlar
doğru ile yalanın aynı işleve sahip olmasından kaynaklanır: İkna etmek!
Kadın itiraf ederek neden yalan
söylediğiyle ilgili adamı kendisini anlamaya davet etmiş olamaz mı? Yalan
söyledim ama neden söyledim hadi sor bana… Buradaki tek yönlü doğru konuşma
olanağı, diğer doğruyu; kadının adamı neden aldattığını gizlemeye yarar.
Bu olasılıklar bizim öyküyü spekülâtif
okumamızdan kaynaklanmaz. Bu anlam çoğalmasını (ki çift anlamdan ayırt etmek
gerekir) öykünün kurgusu sağlar.
1.Aile dışından ortak tanıdık bir kadın
adama karısı hakkında bir şey söyler. Demek bunca zamandır karısı bir yalancıdır.
2.Adam bunu karısına söyler. Karısı
diğer kadının yalancı olduğunu söyler.
3.Adam karısının doğru söylediğine ikna
olurken kadın, diğer kadının dediğini
doğrular, yalancılığını itiraf eder.
Şimdi, adam 3. aşamadan 1. aşamaya mı
rücû eder?
Hayır.
İşler daha da karışır. Meşhur
"Yalancı Paradoksu..." Kadın 'Yalan
söyledim' itirafıyla, itirafını da
kuşkuyla çarpıtır. 'Ben yalancıyım' diyen birinin,
yalancı olduğu da doğru değildir ki...
Ama yalancının şu paradoksu daha da çetrefillidir:
Yalan,
yalan söyleyenin yalan söylenenden
vazgeçemediğinin de belirtisidir. Yani yalanda, yalan söyleyenin aldatılana
verdiği gizli bir önemseme mesajı vardır. Demek ki, yalanını sürdürdüğüne göre
onunla ilişkisini koparmak istemiyordur. O zamana kadar yalan tek taraflıdır,
ahlâki değil teknik bir sorundur, bir sırdır. Yalan söyleyenin amacı diğerini
küçük düşürmek değildir; diyelim başka birisiyle birlikte olmaktır, bunu da
ancak yalanla elde edebilir. Ama yalan ortaya çıktığında aldatılan diğerinin
amacının yalan söylemek olduğunda ısrar eder, saldırısını ahlâki zemin üzerine
çeker. İlginç olan yalan söyleyenin de savunmasını bu zeminde yapmasıdır. Oysa
yalan kendisini sadece amacında içeren bir sözcüktür. Yalanın amacı aldatma
değil, (adı geçen hikâyede) başka biriyle birlikte olmaktır. Yalan kavramı gibi
amacını ya da yönelimini kendinde içeren başka sözcükler var mıdır? Mesela
doğrunun amacı karşıdakini kendisine inandırmak mıdır? Ama, “Yalandan vazgeçmeyi
istemeden, doğruyu söyleyemezsin.” ( 2)
Doğru bizim dışımızda hazır lokma
değildir. İnsan doğruya ancak gerçeği yeniden kurarak ulaşabilir. Dil; yalana,
doğruyu söyleme olanağından daha yatkındır. Çünkü dil sosyal bir ilişkidir ve
bizi bu sosyal mecranın içine çeker, hakikat için devamlı onun dışına çıkmak
gerekir. Kant’ın her koşulda doğruyu söylemelisin, hatta öldürmek amacıyla
komşunun yerini soran bir katile bile yalan söylememelisin maksimi (3) yalan/doğru
ilişkisinin bir dil sorunu olduğunu hesaba katmaz.
Ahlâki zeminde kullanılan sözcüklerin
insan üzerind bıraktığı ve sözcüklerin anlamlarının da garantisi olan ilk
izlenim onların iyi veya kötü anlamlı oluşudur. Yalan kötüdür, doğru iyidir
gibi. Bu sade algılayış hayatı sadeleştirmez, aksine karmaşayı gizler.
Kant’ın örneğinde, katile doğruyu söyleyenin bir muhbir, bir doğrucu davut, bir
fesatkâr komşu olması mümkündür. Üstelik tüm bu olumsuz kişi sıfatları “doğru”
üzerinden gerçekleşir. Bu kötü olma fırsatını onlara “doğru” konuşmak sağlar.
Adama karısının kendisini aldattığını
söyleyen tanıdık kadın doğruyu söylerken diyelim asıl amacını (adamla karısının
arasını açmak) gizliyor, bu durumda zaten o da bir yalancı olmuyor mu? Tüm
bunlar hâlâ bir dil sorunu içinde olduğumuzu göstermeye yeterli değil. Adamın
karısının pozisyonunda yalan nerede başlıyor? Yalan dil olarak kendini nerede
kuruyor? Başka biriyle olan ilişkisini gizlediğinde mi, yoksa bu ilişki açığa
çıkınca inkâr ettiğinde mi?
Doğal beklenti, sanki yalan ile doğrunun
iki ayrı cephede birbirine zıt sözcükler olarak kullanılagelmesinin, bu
kavramlarla ilintisine göre betimlenen insan tiplerini de kesin ahlâki
sınırlarla ayrıştırmış olacağı. Raymond Carver bize yalan ile doğrunun nasıl
birbirinin içinde eriyebildiğini gösteriyor. Kadının başka bir adamla birlikte
olmasıyla yalan söylemesi aynı olguymuş gibi görünüyor. Kadının başka biriyle
olmasının kocasına verdiği zararla bunu gizlerken söylediği yalanın zararı
ahlâken özdeş mi? Kocanın başka bir adamla birlikte olan karısına karşı
elindeki yegâne koz, karısının yalan söylemesidir. Başka biriyle birlikte olan
bir kadın bunu yalanla gizliyorsa, zinanın üçüncü kişiler nezdinde kötü bir şey
olduğunu kabul ediyor demektir.
Kadın kötü bir şey yaptığının farkında.
Bunun delili yalan söylemesidir. Ama yalan zinayı kolaylaştırıyor da; tam da bu
yüzden zinanın kötü bir olgu olduğunu güçlendiriyor. Ama öbür taraftan ortalık
yalandan geçilmiyorsa zina karşısında katı prensipler de cıvıyor. Şöyle
düşünelim, bir ast amirine işe geç kalışının nedeni olarak trafik sorununu
gösteriyor, bu klişe yalanı amir yutmuyor ve ‘Hep aynı yalanı söylüyorsunuz’
diye memurunu azarlıyor. Amir memurun işe geç kalışıyla yalanını aynı kavramda
birleştirmiyor mu? Halbuki memur doğru da söylese bu işe geç gelmesini bir
sorun olarak ortadan kaldırmazdı. Ama memur işe geç gelmesinin kötü/kusurlu bir
davranış olduğunu yalan söyleyerek hem teyit etmiş, hem de amirine itaat etmiş
oluyor. Yalan suçun suç olduğuna itiraz etmiyor, aksine doğruluyor. İşte
paradoks: Yalan, azar, prensip…
Adam kendisine karısıyla ilgili haberi
ileten kadın için ‘Niye yalan söylesin ki?’ deyişini, öykünün ikinci aşamasında
‘Karım beni niye aldatsın ki?’ diye değiştirmek üzereyken kadın itiraf ediyor,
öykü birden üçüncü aşamaya geçiyor. Ama kadın “Yalan söyledim,” diyor, ‘Zina
yaptım’ demiyor. Yalan söylemesi zina yapmasını içerdiği halde, ahlâken ikisini
ayırıyor. Her iki taraf da dikkatlerini dağıtan bu ayrıma razı. Kadının başka biriyle
birlikte olduğu için değil de yalan söylediği için zan altında olması hem
adamın hem kadının işine geliyor. Öte yandan adamın yalan ithamı karısının bir
başkasıyla birlikte olmasının kendisini düşüreceği çaresizliğe karşı kuyruğunu
dik tutmasını sağlıyor. Kadın kocasını aldatırken bunu yalan söyleyerek
gerçekleştiriyor. Yalan ve zina işbirliği içindeyken, adamın gerçeği öğrenmesiyle
birbirinden ayrışıyor (hatta yalan olarak da: kadının yalanı mı, yoksa adama bu
haberi yetiştiren ortak tanıdıkları diğer kadının olası yalanı mı?). Adam
ahlâksızlığın zina tarafına değil, yalan tarafına yükleniyor. Neden?
Adam yalanın zaten zinayı kapsadığını
bildiği için sözcüklerden tasarruf ediyor değil; kadının yalanını teslim etmesi
diğer kişiden aldığı hazzı ortadan kaldırmıyor çünkü, aksine doğruluyor; ve
adamın duymak istemediği de bu. Adam yalan ithamıyla kadını hem bağışlanma
dileyen bir duruma sokuyor hem de kendisini doğru söylediğine inandırma çabası
içine.
Kadının zina yapıp da yalan söylemesi,
zina yapıp da doğru söylemesinden daha iyi! Çünkü sistem zedelenmemiş oluyor.
Birinci durumda yalan zinanın türeviyken, ikinci durumda doğruyu söyleme
zinanın türevi değil. Zina yapıp da yalan söyleyen zinanın kötülüğünü (bu
yüzden başına kötü bir şey geleceğini) kabul ediyor demektir; bunun için diğer
kötülüğü, yalanı göze alıyor. Oysa zina yapıp da doğruyu söyleyen zinanın
kötülüğünü prensip olarak kabul etse de, veya sonradan pişman olsa da bir seçim
yapmış demektir. Bu durumda zinayı seçmekle yalanı seçmek farklı. Bir insan
yalanı seçmeden de zinayı seçebilir. Burada ‘yalan söylemek’ fiilinin
yapısından gelen tuhaf bir karmaşa vardır. ‘Yalan söylemek’ geçişli bir fiil
değildir. ‘Yalan söylemek’ kendi kendisini de gerçekleştirmez, kendisinde
mevcut değildir; hangi yalan türünü düşünürsek düşünelim, yalan kendisi
aracılığıyla bir başka durumu elde etmek için söylenir; yalan kendisini temsil
etmez. Masaldaki çoban yalanı eğlenmek için söyler vb.
Öykünün dördüncü aşaması bir fark etme
ve soyunmanın devam etmesi olayıdır.
"Karım pabuçlarını ayağından
fırlatıp sofada arkasına yaslandı. Sonra doğrulup bir çekişte kazağını başından
çıkardı. Eliyle saçını düzeltti. Sigaralıktan bir sigara aldı. Çakmağı yakıp
ona uzattım ve onun ince, olgun parmakları ve titiz bir bakımdan
geçmiş tırnakları karşısında bir anlık bir şaşkınlığa düştüm. Onları sanki yeni
ve bir tür aydınlatıcı bir ışık altında görüyordum."
Kadın ikinci soyunuşunda erkeğin
bedenini de kendi yanına alır. Evet, bu gerçektir; ne doğrudur ne yalandır,
sadece vardır ve insanı çeken de budur. Kadın soyunmaya devam eder. Adam baygın
bir sesle gerçeği istediğini söyler.
Kadın cevap verir:
" 'Küçük Paşa' dedi. 'Gel buraya,
lokmam benim. Hakikaten inanmış mı bu, o kaka kadına, o kaka yalana? Buraya
annenin göğsüne koy başını. İşte oldu. Şimdi gözlerini yum. Aferin. Nasıl da
inanmış böyle bir şeye? Beni hayal kırıklığına uğrattın. Gerçekten. Sen zaten
benden daha iyi anladın bunu. Yalan söylemek bazı insanların
eğlencesidir."
Şimdi, kadın 4. aşamadan 2. aşamaya mı
rücû eder?
Hayır.
Yalan ve aldatma birbirini içeren
kavramlarmış gibi duruyor değil mi?
Her yalanı yutacak biri varsa aldatma
yüzde yüz gerçekleşir.
Buna karşılık her aldatma yalanın türevi
değildir, doğruyu yalan sanan bir aldatılma kendini ahmak sanmayanlar üzerinde
daha etkilidir. Doğruyu söylersiniz, ama amacınız söylediğinizin yalan
sanılmasıysa, doğru söyleyerek de aldatırsınız.
Bence insanlar doğru ile yalan arasında;
belirsizlik denilen geniş ovada dolanıyorlar. Kendi yorumunu güya gizli
tuttuğu, kendisine bir kaçış imkânı sağlayan belirsizlikte... Bütün yalanların
ilk etkisi bir belirsizlik yaratmak değil midir?..
(1)
Ateşler, Raymond Carver, Çev. Zafer
Aracakök, Adam Yayınları 1990 s.123
(2)
Yan Değiniler, Ludwig Wittgenstein, Çev.
Oruç Aruoba, Altıkırkbeş Yay.
1999, s.3
(3)
Immanuel Kant, İnsanseverlikten Ötürü
Yalan Söylemek Konusunda Bir Sözümona Hak
Üzerine, Cogito, Yapı Kredi Yayınları,
Sayı 16, s.47
28 Eylül 2012 Cuma
Tren
16 Haziran 2012 Cumartesi
YAĞMUR ÇİSELERKEN
Yaşlı arkadaşım masanın ortasındaki kül tablasına uzanarak sigarasını söndürdü, ellerini karnında kenetledi ve sandayesinin içine iyice gömüldü:
"Yorgunum... Ve yeniden âşığım... İnsanın aşka en uygun hali yorgunluktur... Sigara içer misin?.. İç lütfen... Tek başıma sigara içince, sigaranın zararı aklıma daha çok geliyor... Daha gençsin iç lütfen..."